12 Haziran 2008

Hırvatlar ile başlayalım

Sporcu kültürü ile doğan insanların toprakları eski Yugoslavya. Yugoslavlar ve Slovenler basketbolda da farklarını ortaya koyuyorlar ama futbolda hepsi en azından vasatı yakalamış durumda, şu an itibariyle en iyilerinin Hırvatlar olduğunu söylemeye gerek yok. Dağılmasalardı neler olabileceğini hayal etmek için Yugoslavya'nın İtalya 90 Dünya Kupası'ndaki kadrosuna bakmak yeterli olacaktır. Darko Pancev, Dragan Stojkovic, Alen Boksic, Robert Prosinecki, Robert Jarni, Dejan Savicevic ve Davor Suker en dikkat çekici isimler olarak o kupada omuz omuza mücadele etmişlerdi. Bizim yakından tanıdığımız Faruk Hadzibegic, Saffet Susic ve Fahrudin Ömerovic de o takımın birer parçasıydı.

Maça geldiğimizde Modric ve Rakitic'i izlemek büyük keyif ve bu genç oyuncuları uzunca bir süre izleyeceğiz gibi görünüyor. Bu takımda Ivan Klasnic henüz forma görmedi, Eduardo da Silva çok önceden bir kasaba kurban gitmişti, oynayanların dışında da müthiş bir potansiyel mevcut kısacası.
Kıssadan hisse, mevzuya bizim tarafımızdan bakarak bir değerlendirme yapmak gerekirse teknik, taktik vs. oyuncu kalitesi ile hoca kalitesi ile ilgili bir durum ama Hollanda maçında ve bu maçta dikkatimi çeken bir olay var, bu da oyuncular ile hocaları arasındaki ilişki.
Biz zaten Türk olarak alışkınızdır, ataerkil toplumuz, babanın sözü fermandır, takıma bakınca da aynı durum var malum baştaki adam "imparator".
Hollanda maçında Sneijder golü atınca kulübeye koştu Van Basten'e şakayla karışık bir "tokatçık" geçiriverdi sağdan, sarıldılar ayrıldılar.
Bugün Bilic'e bakınca, biliyoruz ki bambaşka bir insan egonun e'si yok (gibi) zaten yaş olarak da akran diyebileceğimiz durumda olduğu için futbolcuları ile arasında muhteşem bir diyalog var..
Tabii ki bunlar dışarıdan gördüklerimiz, Bilic'in yeri geldiğinde çok güzel yıkama-yağlama yaptığını da biliyoruz ama tek bir adamdan ölümüne korkan bir yardımcı ve futbolcu grubunun stresle baş etmesi, daha önemlisi yeri geldiğinde sorumluluk alması ne kadar mümkün tartışılır.
Sorumluluk anlamında Arda güzel bir istisna ama o kadarı da futbolun bir gereği zaten.
Yakın çekimlerde Uğur Boral'ın Fatih hocaya bir bakışı var olamaz, yazık garibim, Fatih hoca başla Uğur 100 şınav dese hemen başlayacak.
Fatih hocanın oyuna girmeden önce Kazım'la konuşurken ki yüz ifadesi de düşman başına (tabi Fatih hocanın tavrı, Kazım'ın "çalsın sazlar oynasın kızlar" tarzı ile de ilgili olabilir, bunu da bir kenara koymak gerekiyor).
Terim hep böyleydi ama sıkıntı ve stresle birlikte yavaş yavaş yeşermeye başladı galiba ya da Frankeştayn mı desek, bizim de payımız yok değil.

Polonya-Avusturya maçı beklenildiği üzere yetenek fakiri iki takımın mücadelesi şeklinde geçti. Polonya'nın Mehmet Aurelio'su Guerreiro da olmasa sıradışı teknik bir tane bile hareket göremeyecektik sanırım. Avusturya gol kaçırma rekorunu kimselere kaptırmayacak gibi görünüyor nitekim bu maçta da ilk 20 dakikada buldukları 4 net pozisyonu gol ile sonuçlandıramamayı başardılar. Son dakikada Vastic'in penaltı golü ile turnuvaya gol atmadan ve puan almadan veda etme stresinden de kurtulmuş oldular, eh adam olana çok bile. Polonya'nın golü bariz bir şekilde ofsayttı, son dakikadaki pozisyon da Erman Toroğlu'nun deyimi ile "penaltı gibi penaltı" değildi. Kısacası hak yerini buldu. Turnuvanın ilk kırmızı kartını Alman Schweinsteiger gördükten sonra, ofsayt düdüğü çalındıktan sonra topa vurduğu için ilk sarı kart gören oyuncu da Polonyalı Krzynovek oldu, bir önceki maçta Mario Gomez hemen hemen aynı pozisyonu kartsız geçmişti. Bu arada İngiliz hakem Howard Webb, Lubos Michel gibi 1 metre ileri, yarım metre geri, sağ yap OK diyerek, takımın kendi ceza sahası içinde kullanılan serbest vuruşlara bile müdahale etme saçmalığına düşmedi, yere düşen kalktı, atışı kullandı ve oyun akıcı bir şekilde devam etti, bu da İngilizlerin farkı olsa gerek. Böylece UEFA'nın Top Class kabul ettiği hakemlerin bile kendi aralarında tutarlı olmadıklarını bu turnuvada da görmüş olduk.

0 yorum:

Related Posts with Thumbnails