17 Ağustos 2012
O Sesi Duyan Hala Yok
Bir dönem herkesin en az bir yakınının çalıştığı bir fabrikaydı SEKA. Dönemin lokomotifi, belki hem İzmit hem Türkiye için "fabrika" kavramının kafalarımızda legalleşmesinde başrol oynayan bir yerdi.
Benim de yolum 1999 yılında amcamın orada çalışıyor olmasından dolayı düşmüştü SEKA'ya. O yıl yaz stajımı orada yaptım. Bir önceki yıl babamın aldığı radikal bir kararla İzmir'e taşınmaya karar vermiştik, daha doğrusu babam vermişti. Ailem İzmir'deydi, ben de stajımı bitirip yanlarına gidecektim, staj süresince de babaannemde kalmam uygun görülmüştü.
Stajım 13 Ağustos günü bitecekti, ertesi gün de doğum günüm. SEKA'nın doğum günü hediyesi de buymuş demek ki şeklinde ergen şakalarımı yaptığım gün fabrikaya gittiğimde kapıda bir kalabalık gördüm. Sendika o gün grev yapma kararı almıştı, çalışanların çoğu ve stajyerler fabrikaya alınmıyordu. Bizim stajın bitişi de 16 Ağustos Pazartesi gününe kalmıştı. İzmir'e gitmeye çok da hevesli olmadığımdan sevindim aslında, en azından 2 gün daha İzmit'te kalabilecektim, fark eden pek birşey yoktu.
16 Ağustos Pazartesi günü stajımı tamamladım. O günden bugüne gelen rahat tavrımdan dolayı İzmir'e gidiş bileti alma konusunda aceleci davranmamıştım. Pazartesi akşam üstü İzmir'e giden firmaları şöyle bir dolaştım. Malum tatil dönemi, o kadar kısa bir süre için bilet bulmak mümkün değildi. Ben de 17 Ağustos Salı günü sabah 09:30 otobüsüne bilet aldım. İzmir'e pazartesi akşamı ya da salı sabahı gitmem arasında da bir fark yoktu.
Elbette öyle sanıyordum. SEKA'da yapılan grev bana pahalıya mal olmuştu ve 03:02'de depremi İzmit'te yaşadım.
Benjamin Button'daki meşhur sahne gibi.
-Başka dönemler de mümkünken stajımın böyle bir döneme denk gelmesini açıklamak mümkün değil.
-Staj için İzmir'de alternatif varken İzmit'i tercih etmiş olmam ayrı bir tuhaflık.
-SEKA'da grev olmasaydı cuma, cumartesi ya da pazar günü İzmir'e gitmiş olacaktım.
-Tedbirli davranıp erken bilet alsaydım pazartesi gecesi yolda olacaktım.
-Aslında bundan fazlası da var. İzmir macerasının planlandığı gibi gitmemiş olmasından dolayı İzmit'e geri dönme planları da yapılıyordu o dönem ve annemin önerilerinden biri de Değirmendere'deki evimiz tamamlanana kadar Gölcük'te bir ev tutup orada oturmaktı. O ev tutulabilir ve pekala yıkılabilirdi.
Son Van depremi ile tekrar tecrübe ettiğim üzere deprem TV'de en fazla haber değeri taşıyor, kesinlikle yaşananlar, oradaki ortam, hissedilen endişe anlaşılamıyor. Depremi yaşadığımız için olan bitene daha vakıf durumdayız ama saydıklarımın depremde yakınlarını kaybetmiş olanlarla kıyaslandığında hiçbir anlam ifade etmediğinin de farkındayım.
Aslında durumu deprem ile kısıtlamak da doğru değil. Görüldüğü üzere herşey birbiriyle bir şekilde ilişki içinde ve o muhteşem egomuzu yaralayacak olsa da çok aciz durumdayız. Kendi kararımız olduğunu düşündüğümüz şeyler bile ne kadar bizim aklımızın ürünü tartışılır. Çok değil hemen yarın ne yaşayacağımızla ilgili çok eminiz ama aslında hiçbir fikrimiz yok.
Ben bu yazıyı bütün yaşadıklarımdan sonra edindiğim tecrübelerin hayatımı nasıl değiştirdiğini anlatarak bitirmek isterdim ama ne söylesem yalan.
Hala her planım kusursuz işleyecekmiş gibi bir gelecek tasarlıyorum kafamda, nitekim şimdi de okul için İskenderun'dayım.
Hala çevremdeki herkes ölümsüzmüş gibi geliyor.
Hala bir karar verdiğimde tamamen benim tasarrufum gibi geliyor, kadere inanıyorum ama yüzde hesabı yapsam çoğunluk bendeymiş gibi geliyor. Güzergahın belli olduğunu benim sadece yol ayrımlarını belirlediğimi unutuyorum.
Hala hayat denen hengame herşeyden önemli gibi geliyor, bütün hesaplarım daha iyi bir hayat için daha iyi bir gelir elde etmem gerektiği üstüne, girdaptan çıkamıyorum.
Hala en sevdiğim insanlar en uzağımda, dediğim gibi ölümsüz sanki herkes.
Ve en acısı bütün bunlar hiç değilse bilinçaltımdayken hiçbirini hayatıma yansıtamıyorum. Herkesin gelecek planları kendisine özel, dolayısıyla bir ben mi aptalım yoksa 2012 hayat gerçeği bu mu? Emin olamıyorum.
Diyeceğim o ki hayatın şifreleri aslında klişelerde saklı. En büyük pişmanlıklar insana dair olanlar. Sevdiğin insanlardan uzak sürülen hayat ancak pişmanlık getiriyor, yakınken uzaksan o daha da kötü..
17 Ağustos'u unutmamak demenin çok fazla anlamı var yani. En önemlisi kaybedilen canları anmak, daha önemlisi bir daha böyle bir acı yaşamamak için gerekli önlemleri almak, daha da önemlisi sevdiğin insanları yarın sabah göremeyecek olma ihtimalini asla aklından çıkarmamak, daha da önemlisi "plan" denen şeyin sadece şirketlerdeki finans uzmanlarının kullandığı lüzumsuz bir kelime olduğunu unutmamak ve o lanet günden her anlamda ders çıkarmak.
Saydıklarımın ne kadarını gerçekleştirebildik?
Hiç.
İşte en acısı bu..
20 Temmuz 2012
Kocaeli Seyahatnamesi
Bu İzmit Kalesi İstanbul Rumlarının elinde iken 831 (M. 1339) yılında Orhan Gazi zamanında fethedilmiştir. Fethinde zorluk çekildiği için fetih sonrası kale yer yer yıkılmıştır. Bundan amaç kâfirlerin gücünü kırmak ve bir daha bu kaleyi alma umutlarından vazgeçirmektir.
Halen yıkıntı artığı olarak deniz kıyısında dört köşe, bir kapılı büyük bir kulesi var. İçinde dizdarı ve neferleri var ise de içi gemi alayı ve kerestelerle doludur. Orhan bu kaleyi fethetmek için önce Koca Bey’i kumandan atayarak "İznimdir var git" buyurmuş. İşte İzmit de "İznim git" sözünün değişmesinden meydana gelmiştir derler. Bazıları da "İzmagit" veya "İzimgit" derler.
Hanlardan başka iskele başında sayıları iki yüzü bulan kereste ve diğer eşya depoları vardır.
Çarşısı 1.100 adet sanat ehlinin dükkanlarını içine alır. Kırk kadar da nakışlı kahvehaneleri vardır ki, civanları ile meşhur kahvehanelerdir. Bu şehrin kâgir bedesteni(10) yoktur. Fakat tüccar hanlarında bütün kıymetli malları bulmak mümkündür. Hünkâr sarayı yakınında devlet tersanesi vardır. Şehrin bütün evleri yüksek tepeler üzerine yapılmış olup, kıble tarafından denize bakar. Sokakları baştanbaşa beyaz taş ile kaldırım döşelidir. Evler arkalarını dağlara yaslamıştır. Dağların üzeri bağlardır. Hava ve suyun güzelliğinden, halkı sağlam ve kuvvetlidir. Yüzlerinin rengi beyazdır.
Şile: Burası Kocaeli toprağında kazadır. Paşa hasıdır. Yeniçeri Serdarı vardır. 600 kadar mamur, kiremitli, güzel evlerle süslüdür. Her evi bağlı bahçelidir, iskele başında kiremitli ve minareli bir camisi vardır.
(1) Havası Hümayun: Devlet hissesi olarak ayrılan ve geliri direk hazineye ait olan araziler.
24 Haziran 2012
Gece Vakti Empatiyorum
Uzaylıların varlığı kim bilir nicedir tartışılır. Kimi "olmaz öyle şey" der, kimi benim gibi "ben görmedim ama ola da bilir" der, kimisi de öyle büyük bir tutkuyla bağlıdır ki bu konuya "kesin olarak var" der.
Hemen yarın bir uzay gemisi inse Dünyaya, beklediğimiz gibi ya da değil, önemi yok, uzaylılar dediğimiz güruh da beklediğimiz gibi ya da değil önemi yok, "olmaz öyle şey" diyenler "Allahım cennetine kavuştur", benim gibiler "olabilir demiştik ama yani bu nasıl üçgen mi oluyo şimdi sizin kafa hafız?", olaya tutkuyla bağlı, hayatını buna adamış adamlar ise "Çok şükür yahu, nerede kaldınız köftehorlar?!" der.
Bütün bu şike, hile, hurda davaları ile ilgili biz Anadolu takımı taraftarları üçüncü sınıfta yer alıyoruz. Ben kendimi bildim bileli 3 İstanbul takımının her türlü hileye başvurmuş olduğunu düşünüyorum ki bunu düşünmek için de malumunuz çok zeki olmaya, çok iyi futbol bilmeye falan gerek yok. Yıllardır futbol anlamında ezildiğimi, hor görüldüğümü, yok sayıldığımı hissettiğim bir ortamda farklı birşey düşünmem zaten beklenemezdi.
Ama Anadolu takımlarının taraftarları için daha beter durumlar da var mutlaka. Kahraman bakkal, süper markete karşı geyiği gibi sanki. Marketlerin satışı azalır, en fazla karı düşer, en olmadı kapatıp başka yerde açarlar, kazanmaya devam ederler. Bakkal öyle midir peki? Veresiye defterini bir ay tahsil edemese kendi yazdırdığı veresiyeler patlar elinde. Daha beteri bu ikinci aya sarktığında tabela sallanmaya başlamıştır bile ve kaçınılmaz son olarak iflas bayrağı çekiliverir, sessiz sedasız. Mahalleli en fazla bir kaç yüz metre daha yürümek zorunda kalır o kadar.
Başarıyla paralel olmayan şekilde takım tutmanın en zor yanı aslında hiç de bu bahsettiklerim değil. En zor yanı yeri geldiğinde tutunacak bir dalın kalmamış olması. Hayat sağlı sollu ataklarla bunaltırken hiç değilse bir yerden gülüyoruz demek ister insan bazen ama bir de bakar ki umudu olacak o kapının arkası bomboş.
Birden fazla acıyı aynı bünyede eritmek mümkündür ama günümüzde hiçbirimizin buna tahammülü yok. Sadece bir kuşak öncesi askerden gelenin, iş bulanın, evlenenin, çocuğu olanın mutlu olduğu bir topluluk iken bugün.....evet askerden gelmek yine bir mutluluk nedeni çünkü o konuyu 3 kuşaktır çözebilmiş değiliz, iş bulmak;mutluluk nedeni olmaktan çok uzak sadece mutsuzluğun şeklini değiştiriyor o kadar, evlenmek;artık layığını yapmak hem maddi hem sosyal olarak çok zor velev ki yaptın, işten kaynaklanan mutsuzluk daha dominant, kanser gibi, eninde sonunda evliliğini de etkileyecek, çocuk;dünyaya gelen büyür mantığı özensiz bir ebeveyn damgası yemek için yeterli. En güzel eğitimi verip, en güzel okula gitmesini sağlayıp, en güzel işi buldurup, eh olmuşken bir ev bir araba sağlanabilse iyi olur...evet sonu yok. Sonuç olarak ne kendinize yaranabilirsiniz ne de çocuğunuza çünkü devir kişisel yükselme devri, birşeyle yetinmek güçsüzlük, acizlik göstergesi, hep daha fazlası gerek. Nereye kadar? Kim bilir?
Sonuçta aksini söyleyenin sadece kendisini kandırmış olacağı bir şekilde mutsuzluğa programlanmış yarı-robotlar haline gelmeyi başarmış durumdayız. Hiç bir konuda tatmin olamadığımızdan, aklımız hep başkalarının maddi-manevi başarıları/başarısızlıkları üzerindeyken çok limitli bir şekilde aktif olabildiğimiz bir konuda tatmin arıyoruz.
Yakın zamanda kendimle ilgili övünebileceğim tek konu Galatasaray'ı 5-2 yenmiş olmamız. Bu kadar golden birini ben atmış olmalıyım, çok gol olduğu için de unutmuş olmalıyım ama maalesef pasif övünücüyüm, sadece TV'den izlediğim bir maç hala hatırladığımda kendimi iyi hissetmemi sağlayabiliyor. Halbuki askerden döndüğümde bu kadar mutlu değildim, son işime girdiğimde tribünlere koştuğumu hatırlamıyorum, evlendiğim gün Inzaghi gibi delirsem kayın babam bir "ne yaptık biz?!" bakışı atabilir, Balotelli gibi de durulmaz, hanım bozulur.
Sonuçta çoğumuzun hayatı türlü sürprizler, türlü güzellikler barındıran beyaz Türk hayatlarından değil. Aslında hiç de lüzumu olmayan şeyleri ihtiyacımız hatta zaruret kabul edip ulaşamadığımızda üzüntülere gark oluyoruz. Murat Menteş "Atomu elimle parçalayamam, Allah büyüktür elbet bir kapı açar" diyor, açıyor ama ya görmüyor ya da karşımıza çıkanı beğenmiyoruz çünkü programımız bir yerine iki istiyor, yetinmemeye mahkumuz.
Hal böyle olunca ahval ve şeraitin hakim olduğu hayatımızda kendi başımıza ulaşmamızı mümkün görmediğimiz sevinçleri aslında en pasif olduğumuz yerlerde hatta çok uzaklarda arıyoruz. Galatasaray'ın şampiyonluğunun İskenderun'da deliler gibi kutlanmasının nedeni bu. Biz yapamıyoruz, yapılmışı var, konuveriyoruz üstüne, kimse de sen gelme demiyor. Belki de büyük alim Mevlana bugünleri gördü de söyledi "Kim olursan ol, gel" diye.
İstanbul dışındaki İstanbul takımı taraftarlarına eskisi kadar tepkili değilim artık. Hayat bazen o kadar zor bir hal alıyor ki tutunacak en küçük dal bedava terapi haline geliyor. Muhtemelen yaş almanın etkileri, adım gibi eminim kimsenin hayatı benimkinden daha kolay değil. Empati denen şeyi yaşla birlikte hediye ediyorlarmış meğer.
Hatta diyeceğim o ki azınlığın zaferi azlığından mütevellit çok daha anlamlı çok daha unutulmaz olsa da fazla takılmamak lazım. Ben yandım siz yanmayın. Başarıya en yakın olanın yanında olun, hiç değilse bir konuda başarmış gibi hissedin, mutlu olun yahu insan daha ne ister?