26 Şubat 2009

Ne Umdum, Ne Buldum?

Yok arkadaş, kesinlikle karar verdim ki google bizimle birşey geçiyor. Arama mantığını sevdiğim google'ı iyice saçmalamaya başladı. İşte bir vatandaşın araması ve çıkan sonuç :



Yorum yapma özürlü sistematik işte ne olacak. Terminatör klonu pis makineler, asla dünyayı elimizden alamayacaksınız! I, Robot'a sevgilerimle!



Keyifsiz


Bundan sonra maç tercihim üst düzey iki takımın oynadığı maç olmayacak. Maçtaki güzel hareketler, estetik oyun önemli olsa da ben de herkes gibi gol görmeyi severim. Maçın adı Real-Liverpool olunca ne olacağı belli olmaz diye bu maçı izlemeyi tercih ettim. Diğer taraftan Sporting-Bayern maçının adı bu maça göre pek cezbedici değildi açıkçası. Gol görmek için 82 dakika beklemek zorunda kaldık. Golün dışında çoğu uzaktan şutlar ile olmak üzere birkaç görmeye değer pozisyon vardı. Bu pozisyonlardan en güzeli Xabi Alonso'nun ilk yarı biterken kendi yarı sahasından Casillas'ı avlamaya çalıştığı pozisyondu. Zaten maçla ilgili aklımda kalan iki olaydan biri bu şut bir diğeri de Guti'nin yarım çıkmış bıyıklarıydı. Dün oynanan Inter-Manu maçından daha keyifli bir maç olsa da Avrupa futbolunun estetik özürlülük sendromu bu maça da yansıdı.
Açıkçası artık maç izlemekten eskisi kadar keyif almıyorum. Maçlar sadece taktik savaşı haline geldi. Endüstriyel futboldan falan bahsedecek değilim. Arada güzel maçlar izlediğimiz de oluyor ama genel olarak herkes bir yerlerini kapatma peşinde, atak yapan oyuncular da azınlıkta. Sahada ne kadar kaliteli isimler olursa olsun toplar şişirilip duruyor ya da kaliteli kalecilerden çok güzel kurtarışlar izliyoruz, bununla yetiniyoruz.
Aslında maçtan önce baktığımızda ne kadar ilginç bir görüntü vardı. Bir İspanyol takımının karşısında İspanya mandasını kabul etmiş bir İngiliz takımı. Sahada İspanyollar, İtalyanlar, Hollandalılar, Portekizliler. Torres ezeli rekabetin en önemli figürlerinden biri olarak memleketine dönmüş. Ramos Tottenham'ı batırıp gelmiş, Real'i düzeltmiş. İngilizlere ben aslında buyum demek istiyor. Benitez ligde Manu'nun gerisinde kalmış olmalarını telafi etmek istiyor. Tüm bunların sahaya yansıması ise birkaç güzel hareket, o kadar.
Kısa birkaç not aktarmak gerekirse, Torres gerisinde bıraktığı Barnebau kariyerinden farklı olmayarak etkisizdi. Pepe bir pozisyon hariç nefes aldırmadı. Tribünlerden gelen tepkinin de etkisiyle sinirleri fazlasıyla gerildi. Sarı kartı da görünce Rafa daha fazla düşmesine engel oldu ve Babbel ile değiştirdi. Benayoun ve Kuyt'ın da çok etkili olduklarını söyleyemeyiz. Zaten iki takım da duran toplar hariç çok adamla hücum etmediler. Higuain, Raul'u besleyebilse çok farklı olurdu. Dünyada hücumda duracağı yeri en iyi bilen forvetlerden biri olan Raul her zaman olduğu gibi doğru noktalara yöneldi ama başta Higuain ardından Guti ve Robben onun koştuğu bölgelere topu aktarmayı başaramadılar.
Maçla ilgili en güzel olay ise 90.dakikada 5000 Liverpool taraftarının hep bir ağızdan söyleyip Barnebau'yu inlettikleri You'll Never Walk Alone.
İkinci maçlar öncesi ilk çeyrek finalist bu akşam belli oldu. Bayern 0-5 ile Sporting'i size ŞL ağır diyerek şimdiden uğurladı. Villareal'den 1-1 ile dönen Panathinaikos da gecenin avantaj sahibi takımlarından. Nihat 60.dakikada oyuna girdi. Chelsea Juve'yi kolay geçecek gibi bir görüntü var. Delle Alpi'nin kendine has havası sonucu değiştiremezse bir başka çeyrek finalist de onlar olacak.

Real Madrid 0-1 Liverpool
Villarreal 1-1 Panathinaikos
Chelsea 1-0 Juventus
Sporting Lisbon 0-5 Bayern München

Dün akşam demiştim ki :
"Bu arada Karagounis'in golü saçma sapan goller kategorisinin yeni bir örneği oldu. Geçen hafta Kopenhag'lı Christiansen'in yediği lüzumsuz golün ardından bunu da gördük. Diego Lopez'i kim dövecekse dövsün, Villareal taraftarı olsam onunla ilgili üzücü ithamlarda bulunurdum"



Bir daha da gece 24'den sonra yorgun kafayla post girersem ne olayım. Pozisyonu gördüğümde çizgiyi geçtiğine kanaat getirdim. Bu golü hakem vermediyse hakemi kim dövecekse dövsün diyorum. Bana da temiz bir sopa lazım, o da ayrı bir konu. Tanjue'ye teşekkürler, işte gerçek gol, dediği gibi gayet güzel bir gol.
Bu yazılanlar da aynen dursun, bana ders olsun.

25 Şubat 2009

Jose'nin Çalışmadığı Yerden Çıktı


Giuseppe Meazza tribünleri Ronaldo için iyi bilenmiş. Top ayağına her geldiğinde ıslıklamaktan geri kalmadılar. Hele çalım deneyip başaramadığında yükselen alaycı ses bütünü, bir oyuncunun halet-i ruhiyesi nasıl alaşağı edilir dersi niteliğindeydi. Ronaldo pek etkilenmemiş olsa da maçı izleyip pozisyona tepki vermenin maç boyunca Forza Inter! diye bağırmaktan daha verimli olacağını bilen bir topluluk vardı.
İlk 10 dakikada savunmaların bir daha maç boyunca vermedikleri açıkları gördüğümde yaşasın bu maçta bol gol var diye düşündüm. Hücumcuların son pas ve son vuruşlardaki beceriksizliklerini gördüğümde ise eyvah bol pozisyon az gol var diye düşündüm. Savunmalar düzeldi, hücumcular da toparlandı, ikisi birden olunca sonuçta yine başladığım düşünceye döndüm, zaten maç da başladığı gibi bitti.
İki takımda da hocaları da dahil olmak üzere yıldız enflasyonu yaşanıyor olduğu için savunmalar kişilere indirgenmiş gibi görünmedi. İki istisnai ismi ayrı tutmak lazım. Top Ibrahimoviç'e geldiğinde Unitedlıların, top Ronaldo'ya geldiğinde ise Interlilerin kalp atışları biraz daha hızlandı ve bu hızlanma ayaklarına yansıdığı için daha tedbirli bir savunma anlayışı benimsediler, yine de bu anlayış abartılı değildi. Bu ikili için ayrı bir parantez açarsak Ronaldo'nun bir adım daha öne geçtiğini söyleyebiliriz. Mevki farkının da etkisiyle Ronaldo daha fazla topla oynama şansı buldu, çoğu uzaktan olmak üzere şansını daha fazla denedi. Ibrahimoviç'in sonuca yönelmekten uzak ama aslında etkili diyebileceğimiz oyununu törpüleyenler ise hücum hattında ona ihanet eden arkadaşları oldu. Adriano oyundan çıkıncaya kadar oldukça etkisizdi. Muntari maç boyu ne yaptı hiç anlam veremedim. Stankoviç ne pas ne şut anlamında beklenen etkinliği gösteremedi. Ronaldo korkusundan Santon da soldan bindirme yapmayınca hücumda çoğalma yükünü Maicon ve Zanetti sırtlamak zorunda kaldı. Maicon bile bildiğimiz Maicon'un son hareket kalitesini yansıtamadı keza Zanetti de öyle. Interli oyuncular yeterince iyi değildiler derken sanki karşılarında boş bir takım varmış gibi de davranmayalım. Kuşkusuz bu kadar etkisiz olmaları Ferguson'un Enigma misali şifrelediği kilit sisteminden kaynaklanıyordu.
Birbirine telepatik şekilde bağlı gibi oynayan O'Shea, Evans, Ferdinand, Evra dörtlü savunmasının önünde iki süpürge operatörü Carrick ve Fletcher görev yapıyordu. Van der Sar'ı da dahil edersek toplam 7 üst düzey savunmacıyı geçmek dünyadaki herhangi bir takım için basit bir olay değil, hatta hücum ikiliniz Adriano ve Ibrahimoviç olsa bile kolay değil. Yine dünyadaki herhangi bir takım için sadece 4 hücumcu ile atak yapmak da kolay değil ama bu 4 isim Ronaldo, Giggs, Berbatov ve diğerlerine uyma gayreti takdir edilebilecek Park olunca hadiseyi sayılarla ifade etmek pek anlamlı olmuyor. Örneğin Ronaldo'nun kullandığı serbest vuruşların neredeyse hepsi çok etkili şutlardı. Kalede açı kapatma makinesi Cesar olmasaydı sonuç çok farklı olabilirdi. Futbolun ilginçliği işte 1>2 hatta nadiren 1>11 sonucu bile çıkabiliyor ortaya. Her maçın matematiği kendisine özel şekilleniyor.
Cesar'ın gerek Ronaldo'nun serbest vuruşlarında gerek yine Ronaldo'nun kafa vuruşunda gerekse Giggs'in çaprazdan gelip ona nişanladığı toptaki refleks ve pozisyon alma becerisi olabilecek en üst seviyedeydi. Taner Gülleri'nin Finishing ve Off The Ball değerleri 20 ise Cesar'ın da Reflexes ve Positioning değerleri 20, tartışmasız. Inter gibi bir takımı hem de kendi sahasında kurtaran isim Cesar oluyorsa Mourinho'nun çalışacağı çok konu var demektir. Bu maçta da hem bir türlü açılamayan Manu savunma kilidi hem de büyük çoğunluğu Cesar ve biraz da şans yardımıyla kotarılan Manu hücumlarını düşünürsek Jose'nin doğru kombinasyonu belirleyemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece Toldo'nun yedek kulübesinde sarı kart gördüğü pozisyonda gergin ve heyecanlı halini gördüğümüz Mourinho'yu İngiltere'de ukala bir gazeteci topluluğu ve tamamen dolu tribünleri ile Old Trafford stadı bekliyor olacak. Rövanşa kadar olan süreç içinde ondan duymaya alışkın olduğumuz megaloman açıklamalarından okumazsak şaşırmam. Kendini beğenmiş, iddialı, olayları abartmayı seven biri olabilir ama asla aptal değil.
Ferguson'a gelirsek, onun bir derdi yok, sakız çiğniyor. Bu kadar rahat olmasının bir nedeni de yedek kulübesini paylaştığı oyuncular. Rooney, Scholes, Nani, Tevez, Fabio, Gibson ve Foster. Özellikle ilk dördünü yedek kulübesinde yanında bırakma lüksü olan bir hocanın Yoga yapmaya ihtiyacı yok, ortam yeterince huzurlu.
İkinci maçın geçtiğimiz yıl Scholes'un füzesi ile hatırladığımız Manu-Barcelona maçının bir kopyası olması muhtemel. Ferguson macera aramayacaktır. Yine kontrollü ama biraz daha gole yönelik bir oyun görebiliriz. Sonucu ise Mourinho'nun tercihleri belirleyecek. Chelsea ile kazanamadığı Şampiyonlar Ligi'ni Inter ile kazanmak istiyorsa bu sınavdan geçmek zorunda. Vizesi çok iyi değil, finalde konu sayısı da fazla ama Mourinho azmi ile bilinen bir adam. Bakalım Old Trafford'un zemini Jose'nin azmi ile deldiği betonlar kategorisine girebilecek mi??

INTER (4-3-1-2): Julio Cesar; Maicon, Rivas (dal 1’ s.t. Cordoba), Chivu, Santon; Zanetti, Cambiasso, Muntari (dal 21’ s.t. Cruz); Stankovic; Adriano (dal 21’ s.t. Balotelli), Ibrahimovic. (Toldo, Maxwell, Burdisso, Figo). All. Mourinho.

MANCHESTER UTD (4-2-3-1): Van der Sar; O’Shea, Evans, Ferdinand, Evra; Fletcher, Carrick; C. Ronaldo, Giggs, Park (dal 38’ s.t. Rooney); Berbatov. (Foster, Fabio, Gibson, Nani, Scholes, Tevez). All. Ferguson.

ARBITRO: Medina Cantalejo (Spa) (assistenti Galdamuro-F. Miranda).

24 Şubat 2009

Gazanfer Özcan

Blog dediğimiz meret zaman bulduğumuz ölçüde güncel tutmaya çalıştığımız bir mekanizmadan çok yaşayan bir organizmaya benziyor. Yazdıkça yazıyoruz. Dünya döndükçe biz yazıyoruz, biz yazıyoruz dünya dönmeye devam ediyor. Gelenler oluyor, gidenler oluyor. Bloga yazdığım süre içinde, paylaşmayı unuttuklarım haricinde -ki bu post da geç kalmış bir posttur- şahsım adına dördüncü önemli kayıptır Gazanfer Özcan.
Ne kadar önemli olduğu tartışmaya açık bir çok konuda sinir ve stres dolu, acımasız, hakaretlere varan düşüncelerimiz, yazılarımız, sözlerimiz var ama hayatta istisnasız herkes için geçerli gerçek çok sık olmasa da tüm bunların anlamsızlığını yüzümüze tokat gibi çarpıyor.
İnsan beyninin kapasitesi çok tartışılan bir konu. Bana sorarsanız bu kadar önemli bir gerçeği bile günlük hayatının bir parçası haline getirememiş insanoğlunun beynini kullanma konusunda alacağı daha çook yol var. Her an ölümü düşünelim, her dakika bunalımda olalım demiyorum ama öleceğimizin bilincinde olursak hem insan ilişkilerimiz hem de zamanımızı verimli kullanma alışkanlıklarımız buna göre şekillenir diyorum.
Ne dersem diyeyim, uzun ince yol bazen hızlı bazen yavaş ama asla durmadan arkamda kalmaya devam ediyor, sizler için olduğu gibi.
Mekanın cennet olsun Gazanfer Özcan...

Kazım Kanat
Hasan Doğan
Bahri Beyat

Taner GÜLLERİ, Çok Sevdik Seni!


Taner Gülleri, Kocaelispor Bank Asya'da iken şimdi olduğu gibi takımın en önemli gol silahıydı. İlk haftalarda oynamadı, oynamaya başladıktan sonra da istikrarlı bir şekilde gollerini sıraladı. Gol attığı haftalar arasında da anormal boşluklar bırakmadı hiçbir zaman. Özellikle deplasmanlarda farkını çok net bir şekilde ortaya koyuyordu.
14.10.2007 tarihinde, bir bayram günü Kocaelispor İzmir'e Karşıyaka deplasmanına geldi. Peder bey ile kişisel hukuku olması münasebetiyle o zaman genel menejer görevini üstlenmiş olan Kayhan Çubuklu'yu ziyarete gittik ve otelde sohbet ettik. Geçtiğimiz yılın başında mevcut kadro ile Bank Asya şampiyonluğuna oynamak gibi bir düşünce içinde değildik. Tabii ki biz Kocaelisporlular olarak bunu umut ediyorduk başka bir düşüncemiz yoktu ama futbolun gerçekleri penceresinden baktığımızda umutlarımız bir parça köreliyordu. Hemen hemen hepsi Kayhan Çubuklu tarafından keşfedilmiş, adını, sanını hiç duymadığımız bir dolu oyuncu gelmişti takıma. Kimin nasıl oynayacağı meçhuldü hatta bazı oyuncular 3.Ligden, amatör takımlardan Kocaelispor kadrosuna dahil olmuştu. Henüz yeterince tanımadığımız kadronun ne yapacağından emin değildik ve Kayhan Çubuklu'ya sorduk. Bu maç ne olur? "Kazanırız" dedi. Nasıl kazanırız? Karşıyaka yenilmeyecek bir takım değildi ama bizim elimizde ne vardı ki? "Merak etmeyin, kazanırız" dedi tekrar. Sen öyle diyorsan öyledir hocam dedik biraz inanmayarak, sonra sorduk. Kime güveniyorsun hocam? "Taner var bizde" dedi. "Karşıyaka bastıracak, savunmada açık vermeyelim yeter. Taner'e salınan her top tehlikedir, artık kaç tane atarsa!" Aynen böyle oldu. Karşıyaka atak oynadı. Kılıç çıkardı, direkten döndü, savunma kesti. 44 ve 54.dakikalarda Taner alışageldiği gollerinden ikisini daha attı ve maçı 0-2 kazandık. Aynı olay iki sezondan beri devam ediyor.
Taner özellikle geçtiğimiz yıl gösterdiği performansla taraftarın sevgilisi haline geldi. Ufuk Çam ile birlikte Süper Lig'e çıkan takımda en çok dikkat çeken, taraftarlarca en çok paye biçilen iki oyuncudan biriydi. Sezon başında ise geçtiğimiz sezonu 21 gol ile Bank Asya 1.Lig gol kralı olarak tamamlayan Taner'in yetersiz olduğunu düşünenler oldu. Oysa görüldüğü üzere üst düzey bir son vuruş becerisine sahip süratli bir oyuncu. Kontra-atak için daha uygun bir oyuncu tipi olamaz. Attığı gollerin çoğu da bu şekilde gerçekleşiyor.
Kariyerini Yusuf'a benzetmemiz mümkün. Yeteneklerinin farkına varamamış ve futbola hak ettiği değeri vermemiş kaliteli bir futbolcu profili var karşımızda. Bugün yansıttığı soğukkanlı, sorumluluk sahibi, mülayim karakteri ile hiçbir yerde dikiş tutturamadığı, hocaları ile tartıştığı kariyeri hiç örtüşmüyor. Geç gelen bir başarı olsa da bu gece Ntvspor'da Spor Gecesi programında Taner'in kendisinin de söylediği gibi bu günleri de görmeyebilirdi, bu başarıları da yaşamayabilirdi. Özellikle Sakaryaspor'da oynadığı dönemde takımı taşıyan otobüsün kaza yapması ve Taner'in bu olaydan yaralı olarak kurtulmasından sonra bugün haline şükrediyor olması çok doğal.
32 yaşındaymış, geç keşfedilmiş vs vs. Taner, kariyeri ile ilgili söylenen herşeye noktayı aynı programda koydu.
"Ben hayatımdan memnunum"
Biz de senden memnunuz güzel insan.

23 Şubat 2009

Brave Heart


İskoç, Galli ve İrlandalılara oldum olası sempati duyarım. Tarihleri boyunca ukala bir karakter takınmış İngilizlere karşı ellerinden geldiğince kimliklerini koruma gayretinde olmaları buna sebep olabilir. Tabii efsanevi Brave Heart filmini de unutmamak gerek.
Mo ile ilgili uzun uzun yazmıştık. Henüz maça bile çıkmadan kanımız ısınan bu adam ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğunu ilk onbirde sahaya çıktığı iki haftada da gösterdi. İlk olarak Kayseri maçında dikkatimi çekmişti. Savunma hattı ilk defa bir arada oynadığı maçta çok başarılı bir uyum sergiliyordu. Solda Ergün Teber sağda Ross, göbekte Emrah ve Sadıgov rakibe maç boyunca iki kez şut şansı verdiler. Biri auta gitti biri gol oldu, penaltıyı saymıyorum.
Ross ilk olarak ülkemizde görmeye pek alışkın olmadığımız futbol IQ'su ile dikkat çekiyor. Çok iyi pozisyon alıyor, kanatta bir oyuncu ile karşı karşıya kaldığında lapin gibi üstüne atlamıyor. Kaptığı topları gözü kapalı şişirmiyor. Kaleciye ne zaman ve nasıl döneceğini biliyor. Çok hırslı ve yeri geldiğinde arkadaşlarını yönlendiriyor. Onu kim ne kadar anlıyor, ne kadar uygulanıyor orasını bilemiyorum. Ayrıca 4.golde gördüğümüz üzere ileriye çıkma zamanlarını da çok iyi ayarlıyor. Olur olmaz çıkmıyor.
Buradan yatay geçiş yapıp olumsuz özelliklerini de sayalım.
Çok seri bir oyuncu değil. Ağır kalabileceği için süratli adamlar karşısında sorun yaşayabilir. Hava toplarında ise karşıdan gelen topları mükemmel karşılıyor. Havadan gelen bu tip topları olur olmaz yerlere yollamıyor. Top kalecinin degajından çok sert ve yüksek geliyor olsa bile topu aktarabileceği bir arkadaşı varsa ona yolluyor, yoksa risk almadan taça bırakıyor. Yandan gelen toplarda o kadar etkili olduğu söylenemez ama vasatın altında da değil.
Sonuç olarak ara transferde alınan ve tahminlerimizin çok üzerinde çıkan oyuncularımızdan biri ve gönül birliği çoktan sağlanmış durumda. Umarım böyle devam eder ve mümkün olur da uzun yıllar kalır.
Bu arada Ross'un giderci olduğunu söylemiştik. İlk vukuatını bu maçta gerçekleştirdi. Sinirlerine hakim olma konusunda maç içinde olduğu kadar zeki değil. Yürekten oynamanın yan etkileri olsa gerek. Arda ile kafa kafaya geldiklerinde bir an için atılacak diye korktum, Allah'tan saçmalamadı. O pozisyonda ortalık karışsaydı Deniz Çoban'ın bu pozisyonu akıllıca değerlendireceğine emindim. Biri bu pozisyon bir diğeri de Emrah Kiraz'ın kasapvari kaymasına rağmen koşusunu sürdürdüğü pozisyon olmak üzere iki pozisyonda kendini yere atma bedavacılığına düşmeyen Arda'yı da kutlamak gerek. Hoş anormal birşey yapmadı, zaten normal olan kendini yere atmaması ama onurdan yoksun insanlar görmeye o kadar alıştık ki normal davrananlar takdiri hak eder oldu.

Ege Görgün'den GS-Kocaelispor Maçı Yazısı : Axessinho musun be Taner!



Axessinho musun be Taner!

Yeni Axess reklamına denk geldiniz mi hiç. Hani Özgü Namal futbolcu olmuş, maça çıkıyor. Hem de ne futbolcu... Öyle goller atıyor ki... Sahalarımızda hep görmek istediğimiz hareketler bunlar diyesi geliyor insanın.

Galatasaray -Kocaelispor maçını seyrederken bir ara Axess reklamının uzun versiyonunu seyreder gibi hissettim kendimi. Taner alıyor, atıyor. Taner alıyor, atıyor. Bu maçtan sonra Akbank reklamlarında Taner’i oynatmıyor, Kocaelispor’a sponsor olmuyorsa bu onların ayıbı...

Ne yalan söyleyeyim, maça gitmedim. Ama 60 küsur üyesinden biri olduğum SİYAD (Sinema yazarları Derneği) tarafından yılda bir kez düzenlenen Türk Sineması Ödülleri törenine de gitmedim. Bu beni yeterince Kocaelisporlu yapmaz mı? Körfezi memleketin Oscar törenine tercih ettim, daha ne yapayım...

Aslında Ali Sami Yen’de olmak isterdim tabi. Çünkü tarihe geçen bir galibiyet olmasının yanı sıra, benim için de tuhaf ve güzel bir bir rastlantı bu maç. FourFourTwo’da bu ay yazdığım yazıda küçük takımlarla büyük takımların mücadelesini Davud ve Goliath allegorisiyle tasvir etmeye çalışmıştım. Ve aynı ay içinde küçük Davud’un yalnızca bir sapanla dev cüsseli Goliath’ı yenişine tanık oldum. Kabul edelim, Galatasaray kadro olarak şu an Türkiye’nin en iyi takımı. Kocaelispor ise... Gayet iyi biliyorsunuz....

Ama bir mucize oldu ve böyle bir takımı deplasmanda farklı yendik. Sebepler sıralanırsa... Kocaelispor çok iyi mücadele etti, Galatasaray defansı afyon yutmuş gibiydi, Taner gol vuruşu olarak hayatının en verimli maçını oynadı ve girdiği poziyonların yüzde seksenini gole çevirdi. İki Afrikalımız, Sadigov ve Levent çok iyi oynadılar. Defansımız iyiydi ama zaten toplu defans toplu hücum yapıldı. Topla yüzde 60 küsur oynayan Galatasaray’dı ama fark atan biz olduk. Galatasaray çok ama çok kötüydü. Biz ise yalnızca doğru olanı yaptık. Az hatayla oynadık. Doğru taktikle oynadık. Sahaya iyi yayıldık. Ama bunların hepsi hikaye...Bu maç yıllar geçse de şöyle hatırlanacak. Körfez Ali Sami Yen’de destan yazdı, imzayı Taner attı.... 2-5

Not. Lincoln’un atacağı golü olacağını top daha Arda’nın ayağındayken, penaltının gol olmayacağını daha hakem düdüğü çaldığında söyledim. Ben bile kendimden korktum bir an.

Ege Görgün

Bu kez rolleri değiştik, biz Ege Görgün'den yazı alıntıladık. Bu yazıyı berezilya'dan önce bizim blogumuzda paylaşan Ege Görgün'e çok teşekkürler...

Keşke


Barcelona 1 - 2 Espanyol = 8.50
Bayern Munich 1 - 2 Köln = 8.00
Kasımpaşa 0 - 2 Güngören Bld. = 6.50
Trabzonspor 0 - 2 Denizlispor = 8.50
Gençlerbirliği 1 - 0 Fenerbahçe = 4.50
Galatasaray 2 - 5 Kocaelispor = 9.00

Toplam Oran = 152158.5

Tekerrür-ü Tarih


Bir de şu federasyon adam olsa
Hakemler adam olsa
Ankara takımları olmasa
Hayat bayram olsa...

21 Şubat 2009

10lar ve Biz






Cablevision kanalının Clausura reklamlarında "10" numaralar başrolde bulunuyor. Sadece Veron 11 numara ile çıkıntılık yapmış ama kastedilen oyuncu profiline tabii ki uyuyor.
Posterlerde yazan açıklamaların birinde "Tüm 10 numaralara armağanımızdır" anlamına yakın bir açıklama bulunuyor. 10 sayısına gönderme yapılıyor olmasının bir başka nedeni de Cablevision'ın Clausura boyunca her hafta oynanacak olan 10 maçı birden naklen yayınlayacak olması. Bundesliga'da da oynanan tüm maçların naklen yayınlandığını biliyoruz. Kıssadan hisse TSL'ye dönersek LİG TV hala Türkiye'nin % bilmem kaçı 4 takımı destekliyor, onların maçlarını yayınlasak yeter mantığıyla hareket ediyor. Daha önce de belirtmiştim. Ligde yer alan diğer takımların taraftar sayıları bu takımlar kadar çok olmayabilir ama hepsini topladığınızda ortaya küçümsenmeyecek bir sayı çıkar. Bu konuda kafa yormuyor olduklarına inanamıyorum, yayınların yaygınlaştırılması ile ilgili hiçbir gelişme olmayışı da bir o kadar tuhaf. Birileri çıkıp ligin marka değerinden bahsediyor oysa olayın özünde marka değerinden bahsedilen ligden hiç kimsenin haberi yok. 4 takım ve bugünlerde biraz Sivasspor dışında her hafta izleyebildiğimiz herhangi bir takım yok hatta ben bir Kocaelisporlu olarak kendi takımımın maçlarını bile izleyemiyorum. Marka değerinden bahsedenler ligin 18 takımdan müteşekkil olduğunun farkına varmadıkları sürece de izleyebileceğimizi sanmam.
Benim düşüncem  bir ligin değerinin o ligi oluşturan tüm takımlar tarafından belirlendiği yönündedir. Manu, Chelsea, Arsenal, Liverpool çok büyük, çok önemli kulüpler olabilirler ama EPL'yi EPL yapan Bolton'dur, Newcastle'dır, West Bromwich'tir. An itibariyle ligin son sıralarında yer alan Middlesbrough'nun, Tottenham'ın, Blackburn'ün kadrolarını bir düşünün. Aynı gerçek diğer büyük ligler için de geçerli. Barça, Valencia, Real Madrid bir yana, La Liga'nın dibinde can çekişen Mallorca, Numancia, Espanyol gibi takımlar aynı kadrolarla TSL'de bulunuyor olsalar rahatlıkla üst sıralara oynayabilirler. Bu da demek oluyor ki adalet terazisini 4 takıma doğru dengesizleştirerek, insanlara sadece 4 takımı izleterek, medyada sadece 3+1 takımı pohpohlayarak ligin marka değerini falan arttırmak mümkün değil.
Cine 5 ile başlayan Teleon ile devam eden ve sonunda LİG TV ile süregiden maçların şifreli yayınlanması süreci lig için biçilen pahanın yayınların şifresiz yapıldığı döneme göre çok artmasına neden oldu. Kuşkusuz bu durumda havuz sisteminin de payı büyük. Yayından kazanılan gelirin düşünülenin çok üstüne çıktığı bu gelişme döneminin ardından ise bir duraklama sürecine girildi. Yayın gelirleri taraftar sayıları ile orantılı olarak 4 takım lehine dağıtılmaya başlandı. Diğer takımlar da eskiye oranla çok büyük paralar kazandıkları ve bu 4 takımla aynı durumda olsalar kendileri de aynı şekilde gelirden daha fazla pay isteyecek oldukları için bu adaletsiz aynı zamanda mantıklı sisteme evet dediler. Sonuçta ise kendimizi bildik bileli olduğu üzere gelirin fazlasını alan takımların maçları yayınlanır oldu, diğer takımlar ise üvey evlat olarak yaşamaya devam etmek durumunda kaldılar.
RTÜK Başkanı Zahid Akman bugün bir basın toplantısı düzenledi. Toplantının bir bölümünde Türkiye'de yayınların hangi teknoloji ile takip edildiğine dair istatistikleri paylaştı. Buna göre Türkiye'deki TV izleyicilerinin sadece %2'si yayınları dijital platformlar marifetiyle takip ediyor. Maça giden kişileri yüzdeye vurursak tabii ki çok komik bir sayı çıkar ortaya, TV ile kıyaslanması mümkün değil. Bu da demek oluyor ki canlı maç izleme imkanı olanlar gerçekten şanslı bir azınlık ya da sıklığı kişiden kişiye değişse de hepimizin yaptığı gibi kıraathaneler vb. yerler maç izleme merkezlerimiz haline gelmiş durumda. Yayınları uydu anteni ile takip edenlerin oranı ise %70. Olaya spor izleyicileri yönünden bakarsak nüfusun %70'i Ntvspor, Kanal 24 ve Kanal 1 izleme şansına sahip. Yani kendi ligini izleme şansına sahip olmayan bizler her hafta Serie A, La Liga, Bundesliga ve Ligue 1 hatta Clausura maçlarını izleyebiliyoruz. Bu maçlardaki kalitenin bizim ligimizde olmadığını hiçbirşey bilmiyor olsak bile tahmin edebiliriz. Dolayısıyla spor izleyicilerinin genel profiline baktığımızda Inter-Milan derbisini kaçırmayan ve "Zambrotta bugün tutuktu hocam ya" yorumunu yapabilen bizler kendi ligimizi en iyi ihtimalle maçların geniş özetlerinden takip ediyoruz. Hatta benim gibi diğer takımlardan birinin taraftarı iseniz yoğun çalışma temposunda iki haftada bir deplasman da yapamayacağınıza göre taraftarı olduğunuz takımın maçlarının en az 13-14 tanesini izleyemiyorsunuz. Yine başa dönelim, sonra birileri çıkıp ligin marka değeri diye komik bir zincirleme isim tamlaması kurabiliyor.
Bu ligi kaliteli yapacak takımlar Kocaelispordur, her zaman böyle gitmesi dileğiyle Sivasspordur, Es-Estir, Bursaspordur, Gazianteptir. TFF'nin bu takımları maddi olarak daha fazla desteklemek gibi bir düşüncesi zaten yok ama en azından lafa gelince söyledikleri "Bizim için tüm takımlar eşittir" söylemini gerçek hayatta da uygulamalılar. Bunun da ilk şartı gerçekleştiğinde sadece görüntü itibariyle bir anlam ifade edecek olsa bile her hafta tüm takımları izleme şansımız olmasıdır. Bu gerçekleştiğinde hem TSL gerçekten diğer kaliteli liglere bir adım daha yaklaşır hem de dediğim gibi toplamda küçümsenmeyecek bir sayı ifade eden diğer takımların taraftarlarınca daha yakından takip edilir. Benim TSL ile ilgili yakın dönemdeki en ciddi beklentim budur.
Yeri gelmişken değineyim, önümüzdeki günlerde daha sık duyacağımız IP TV teknolojisi bu konuda derdimize derman olabilir. Çok hakim olmamakla birlikte sektörün içinde bulunan birisi olarak duyduğum birkaç özelliği paylaşmak isterim. İlki, yayınlar fiber optik kablolar ile son kullanıcıya ulaştırılacak ve HD kalitesinde olacak. Bu kabloların veri aktarma hızı ise 100 Mbit. Aynı kablo üzerinden yüksek hızda internet erişimi de sağlanabilecek. Yayınlarda zaman kavramı ortadan kalkacak. Örneğin evinize saat 23:00'te ulaştığınızda 19:00'da yayınlanan akşam haberlerini kaçırmış olmayacaksınız. İstediğiniz kanalın menüsüne girip 19:00 Haber Bülteni'ni seçeceksiniz ve izleyeceksiniz. Teknolojinin teknik altyapısı nasıl gerçekleşecek bilemiyorum ama tahminim çok ciddi bir veritabanı çalışması yapılacağı yönünde. Maç yayınları ile ilgili baktığımızda ise bir kanalın tüm maçları farklı kanallar veya farklı zamanlarda yayınlama şansı olabilir. Maçlar canlı yayınlanmayacak olsa bile aynı günün akşamı veya bir gün sonrası bu maçlar veritabanlarına atılır ve kullanıcı dilediği maçı seçip izler. Kuşkusuz canlı yayınlansa daha iyi ama başlangıç açısından bununla da yetinebiliriz. Teknoloji ile ilgili daha fazla bilgi sahibi olduğumuzda farklı düşüncelerimiz de beraberinde gelir. Ayrıca yurt dışında yaşayan IP TV konusunda bilgi sahibi arkadaşlarımız bizi de bilgilendirirlerse pek makbule geçer.
Başlangıç noktamız Cablevision-Clausura birlikteliğine dönersek, aşağıdaki video aynı reklamların TV versiyonu. Futbolun güzelliklerini ön plana çıkarmayı gayet güzel başarmışlar.

20 Şubat 2009

Son UEFA Son 32 #2


Bu akşam oynanan maçlar ile 3.Tur ilk maçları tamamlanmış oldu. Bu gece de karlı havalar dikkat çekiciydi. Polonya'daki kar Udinese'ye yaramış gibi görünüyordu ki Lech Poznan 81 ve 84.dakikalarda bulduğu goller ile kötünün iyisi skora ulaşmayı başardı. Lucescu, Avrupa Kupaları tecrübesini Ukrayna'lılar için kullanmaya devam ediyor. Sezon başında kupanın favorilerinden biri olarak gösterilen ama tepe taklak gidiş ve kaybettiği oyuncuları yüzünden ligle mi uğraşalım, UEFA ile mi moduna giren Tottenham akşamın deplasmanda mağlup olan tek takımıydı. Danimarkalılar hava koşullarını da yanlarına alarak savaşma gayretindeler. Dün Aalborg'un Deportivo'yu 3-0 yenmesinin ardından bu akşam da Kopenhag iki kez yenik duruma düşmesine rağmen City'den beraberliği koparmayı başardı. Yukarıdaki muhteşem fotonun esas adamı olan Kopenhag kalecisi Jesper Christiansen ilk golde halı saha kalecisi gibi davranmasaydı sonuç daha farklı olabilirdi. ŞL'de tutunamayıp UEFA ile avunan ekiplerden biri olan Marsilya Twente'ye armağan ettiği maç ile tek rakibimiz Lyon Hava Yolları düşüncesinde olduğunu açık bir şekilde belli etti. Nijmegen, Hamburg maçının üstüne soğuk bir su içmişti. Twente ise bugün Hollandalıları güldüren iki ekipten biri olmayı başardı. Van Basten'in Ajax'ı bence gecenin en büyük sürprizine imza attı. Fiorentina bastırmış, pozisyonlar da bulmuş ama değerlendirememiş olsa da İtalya'dan 1-0 ile dönmek her zaman gerçekleşecek bir olay değil. Ajax da uzun zamandır kulüp takımları anlamında büyük başarılardan uzak Hollandalıları umutlandıran bir başka ekip oldu.

Bu akşamın sonuçları:
Lech 2 - 2 Udinese
Shakhtar 2 - 0 Tottenham
Kopenhag 2 - 2 Man. City
Marsilya 0 - 1 Twente
Fiorentina 0 - 1 Ajax

19 Şubat 2009

Son UEFA Son 32


UEFA Kupası adıyla oynanan son organizasyonda son 16 takımı belirleyecek 3.tur ilk maçları oynandı. Sürprizler de var ama bu kez çoğunlukta değiller. Sırasıyla Metalist, Aalborg ve biraz St.Etienne gecenin sürprizlerine imza attılar. Braga'nın Standard Liege'i 3-0 ile geçmesi de Standard'ın Liverpool maçlarını hatırlarsak sürpriz sayılabilir. Kadroları aynı kalmamış olsa da daha dirençli olmalarını beklerdim. Metalist'e sürpriz diye diye kupayı aldıracağız sonunda. Aşağıda bahsettiğim maçlar sadece geniş özetlerini izleme şansım olan maçlar.

Werder Bremen 1-1 Milan
Inter maçı ile ilgisi var mıdır bilinmez Milan'lı futbolcularda heves eksikliği seziliyordu. Kuşkusuz kupanın adının ŞL değil UEFA olması da bu durumu tetikliyor. Sezon başından beri bekleneni veremeyen Flamini golün asistini yapan isim. Inzaghi'nin golü kariyeri ile paralel olarak yoğun bal aromalı. Maçın gidişatı ile skor hiç dengeli değil. Kaçan birçok pozisyonun yanı sıra Milan 1-0 önde iken Inzaghi ile Milan'ın ve 90.dakikada Ambrosini'nin hedefi şaşıran kafa vuruşu ile Bremen'in birer topu direkten döndü. Diego'nun golü de hem aynı hareketi maç boyu yapan Almeida'nın topu indirişi hem de Diego'nun klas dolu birleşik hareketi nedeniyle görülmeye değer. Bu arada Dida'nın Yunanistan ya da TSL'ye transfer zamanı gelmiş. Belini bükecek hali yok.

Aston Villa 1-1 CSKA Moskova
Vagner Love'un CSKA'yı 1-0 öne geçiren golünün mutfak aşaması müthiş. Zico'lu CSKA Rus Ligi'nin tatilde oluşunu avantaja dönüştürmeyi başarmış. Maçın tamamında ne yaptı bilmiyorum ama Zhirkov'un sol kanattan alışageldiğimiz bindirmelerine bu maçta da şahit olduk. Dengeli gibi görünen maçın Aston Villa adına gole en çok göz kırpan oyuncusu Carew'di, golü de Carew buldu. Direklerin akşamında Aston Villa'nın da bir topu direkten döndü. Rus Milli Takımı hocası sıfatını unutmayan Hiddink ile Rus vatandaşı ve CSKA'nın ağası sıfatını unutmayan Abramoviç tribünlerde hesap kitap peşindeydiler.

Dinamo Kiev 1-1 Valencia
Karlı bir Kiev akşamında oynanan maçta Valencia'yı öne geçiren ikili Juan Mata ve David Silva oldu. Mata'nın aynı şekilde kanattan kestiği ama golle sonuçlanmayan pozisyonlar da var. Kiev'li Romen oyuncu Florin Cernat küçükken çok Trabzonspor maçı izlemiş olacak ki Hami Mandıralı misali sol kanattan kime çarpsa gol olur diye bağıran bir şut-orta karışımı gönderdi. Cernat'ın geçtiğimiz yıl Trabzonspor'a transferi gündeme gelmişti. Dikkat buyurun rastlantı değil. Ceza sahasına saatte 120 km hızla gelen topta ihale Raul Albiol'e kaldı. Nasıl olsa kime çarpsa gol olacak, kimseye çarpmasa yine gol olacak, bitsin gayrı bu eziyet diyerek skoru yazan adam oldu, namı yürüdü. Maç genelinde Kiev daha ataktı. Şubat ayında ılıman İspanya'dan buzdan Kiev'e gidip 1-1 ile dönmek Valencia için başarı sayılır. Hele aynı gece Deportivo faciası yaşanmışken.

Aalborg 3-0 Deportivo
2007 yılında Vitesse'den Aalborg'a transfer olan ve bir başka İspanyol Villareal'i de müthiş bir golle selamlayan Anders Due Deportivo'nun baş belasıydı(1). 2 gol attı, penaltı pozisyonunda da Enevoldsen'e topu aktaran bizzat kendisiydi(2). Penaltı kararı ise tam Selçuk Dereli-Özgüç Türkalp işiydi. Aranzubia son adamken düşürdü, daha doğrusu hakem öyle dedi ama aslında pozisyonun penaltıyla uzaktan yakından alakası yok. Enevoldsen de bir yerlerden Arif Erdem videosu bulmuş olsa gerek. Zaten Aranzubia sarı kartla yırttı. Evet son adamdı ve evet karar mantıklı değildi. Deportivo'nun kötü gününde olmasına rağmen bulduğu ama değerlendiremediği pozisyonları oldu. En ciddi ve en estetik olanı Mista'nın bisiklet hareketiyle süslemeye üşendiği tek ayak rövaşetası.

PSG 2-0 Wolfsburg
Diego Benaglio kaleci falan değil. Euro 2008'de Semih'in kafa vuruşunu içeri aldığında çoktan notu verilmişti zaten de gün geçtikçe bunu perçinliyor. Hava toplarına çıkmaktan haberi yok. İlk golün olduğu pozisyonda 15 yaşındaki çocuk bile hava topuna böyle çıkmaz ve ikinci golde de kornerden gelen topa çıkışı hatalı hatta bir büyük hatası daha var ama o pozisyonda Hoarau'nun topu direkten döndü. Hoarau'nun kaçırdığı çok net birkaç pozisyon daha var. Kısacası Wolfsburg beşlik olmaktan zor kurtuldu ama büyük ihtimalle ikinci maç çok farklı olacak. Felix Magath, forvetleri Misimoviç ve Edin Dzeko'yu tam teçhizat sahaya sürecek, PSG ise ölümüne kapanacak.

NEC Nijmegen 0-3 Hamburg
Hamburg'un attığı 3 golün dışında çizgiden çıkan bir topu daha var. Maçta iki takım arasındaki siklet farkı açıkça görülüyor. Özellikle Olic süratiyle ne zaman ne yapacağı hiç belli olmayan bir adam. Maçın golleri Trochowski, Alex Silva ve Olic'ten. Bu arada Nijmegen tribünlerinden hakemin kafasına atılan bir cisim kafasının pekmezinin akmasına neden oldu. Tüm bunları hesaba katarsak Hollandalıların Almanya'ya eşe dosta hediye almak için gideceklerini söyleyebiliriz. Hamburg'un gözü de Galatasaray-Bordeaux rövanşına daha bir keskin bakıyor olacak.

Diğer sonuçlar:
Zenit 2 - 1 Stuttgart
Olympiakos 1 - 3 St Etienne
Sampdoria 0 - 1 Metalist
Bordeaux 0 - 0 Galatasaray
Braga 3 - 0 Standard

Yarının (daha doğrusu bugünün) maçları:
Lech - Udinese
Shakhtar - Tottenham
Kopenhag - Man. City
Marsilya - Twente
Fiorentina - Ajax

17 Şubat 2009

TSL Hakemleri Nasıl Adam Olur?


Her maç en az bir defa bu olay gerçekleşecek!
Bakın bir daha hatalı karar oluyor mu?
Ey duran ve hareketli toplara sert vuran futbolcu insanları!
Türk futbolunun adalet hasretine son verecek sizlersiniz!
Bacağınıza kuvvet!

Alakalı: Lazio-Torino maçı. Topa vuran oyuncu Kolarov, nazara gelen hakem Saccani.

ktunnel

Derby della Kebabiya


Türkiye'den Milano derbisinin karşısına koyabileceğim iki derbiden biridir Adana derbisi. Diğeri de İzmir derbisi Karşıyaka-Göztepe olur.
Adanaspor-Adanademirspor maçlarında Adana 5 Ocak Stadı turuncu-lacivert oluyor. Bir tarafta Turbeyler diğer tarafta Şimşekler. Adanalı olmalarının da etkisiyle iki tribün grubu da çok ateşli, çok fanatik. İncirlik'te askerliğimi yaptığım dönemde her hafta sonu bu iki taraftar grubundan biri ile Gazipaşa'da yolumuz kesişirdi. 5 Ocak Stadı şehrin tam göbeğinde, muhteşem konumlandırılmış. Bunun sayesinde örneğin bizim İzmit'te hiçbir zaman şahit olamadığımız maç öncesi şehir sinerjisi birike birike stada kadar götürülüyor. Taraftar grupları stada belli bir mesafede buluşuyor ve tezahüratlarla toplu halde stada kadar gidiyor. Polisler uzaktan kesmekten geri kalmıyor ama ciddi bir olay da yaşanmıyor. Güzergahları da Adana'nın kalbinin attığı, en güzide yerler. Zaman zaman trafik aksıyor. Arada kalan hatun kişiler bir köşede ya da bir kafede onların geçişlerini beklemek zorunda kalıyor ama bu renkli hareket herkes tarafından benimsenmiş durumda, kimseyi rahatsız etmiyor.
Derbinin tarihi burada uzun uzun anlatılmış. İki takım taraftarlarının tartışmaları ve iddialarına yer vermek istemiyorum. Bu sorun onların olarak kalsın. Biz güzelliklerinden bahsedelim.
Futbol takımlarını destekleyen kişilerin sınıflandırılmasına hiç anlam veremem. Özellikle futbol ile ilgili belgesellerde bu tip tanımlara sıkça rastlarız. Adana takımları için ise en azından günümüzde böyle bir genelleme yapma şansımız yok. Aynı aileden biri Adanalı diğeri Adanademirsporlu olan birçok insan tanıyorum. İstanbul takımları taraftarları gibi genellemelerin dışına çıkmış, bir parça da anlamsızlaşmış bir dağılım mevcut.
Gönlüm bu iki takımın birlikte hareket etmesinden yana. Birlikte hareket etmek derken, çatışmalarını istemiyor olmamın yanı sıra aynı ligde bulunmaları gerekliliğinden bahsediyorum. Geçtiğimiz sezon Adanaspor gaza yüklenip Bank Asya gişelerinden geçmeyi başardı. Adanademirspor ise Bank Asya'ya çıkacak takımın belli olacağı Konya'daki (Ankara değil özürlerle düzeltiyoruz, teşekkürler Ziggy) son maçta Güngören Belediyespor'a yol verdi. Kuşkusuz çok üzüldüler. Hatta tribündergi'de bazen çok sevimsiz kaçan ama Adanalıları yakından tanıdığım için beni şaşırtmayan sert tepkilerini, küfürlerini okuduğumuzu da hatırlıyorum. Bu sonuç beni de üzmüştü. Sanki Süper Lig ve 1.Ligde az sayıda İstanbul semt takımı varmış gibi bunlara bir yenisi daha eklendi. Sonuçta olan oldu ama iki takımın yollarının kesişebilme şansı hala devam ediyor.
1.Ligdeki Adanaspor 26 puanla düşme hattından 3 puan uzakta sıcak bölgede bulunuyor. 2.Lig Yükselme grubuna çıkmayı başaramayan Adanademirspor ise B kategorisi 2.Klasman grubunda zirveden 4 puan uzakta. Play-off maçlarına kalabilmeleri için grubu lider tamamlamak zorundalar.
Çok fazla uzatmadan, ahkam bölümünü Adanalılara bırakarak Adanasporluların kendilerini tanımlamaları ve Adanademirspor'un kuruluş hikayesi alıntılarıyla noktalayalım ki nötr tavrımızı koruyalım.

TURUNCU, BEYAZ, ADANA ve ADANASPOR

Güneşin bin yıllardır doğduğu topraktır “Çukurova”. Çukurova deyip de genellemeli çünkü Çukurova Adana’dır, ötesi berisi Adana’nın yan mekanları.
Evet Çukurova Adana’dır. Adana’da güneştir; Şu topraklarda bin yılardır tüm yakıcılığıyla, sıcağıyla, bereketiyle turuncusuyla doğan…
Güneş doğarken de batarken de turuncudur Adana’da ; çünkü turuncu Adana’dır.
“Üç bin yıl önce bu şehri kuran Kizzuwatna krallarından İspuhatşu’nun mühründen beri ” turuncu turuncu doğar güneş burada, hatta çok daha öncesinden de…
Bu turuncu daha yakın zamanlarda buralarda portakal, mandalina ile yani narenciye ile kendini somutlaştırma fırsatını bulabilmiştir.
Her rengin bir hikayesi ve kişiliği vardır, şehirlerin de öyle, kimi zaman farkında olmasak da; ama gözünüzü kapadığınızda ve bir rengi bir şehirle özdeşleştirdiğinizde turuncu Adana’dır. Adana yurttur turuncuya. Peki yalnızca turuncu mudur Adana?
Derken hasat zamanı genç kızlar, adamlar kadınlar, çocuklar, yaşlılar öpülesi elleriyle pamuk tarlalarında …beyazda…
Sonra portakal bahçelerinde yine onlar turuncuda…
Sıcakta soğukta; yazda, kışta; yani hayatın ve emeğin Adana’ya dair renklerinde.
Adanaspor’un kurulduğu yıllarda ve de sonrasında sahne ruhunu veren, o şehirde anlamını bulan bu renkler Adanaspor’la da yepyen bir kimlik kazanır böylece.
“Ve olunca gece
turuncu bir ay doğar
pamuk tarlalarının üzerine
sonra bir çocuk
rüyasında gülümser
kadim ovada
portakal çiçeklerine”
İşte böyledir turuncu ve beyaz’ın hikayesi Adana’da
Ve turuncu beyazın anlamı,değeri kederi ve güzelliği ADANASPOR’da.
Adanaspor.Org
ADANADEMİRSPOR TARİHÇESİ
Adanademir SK İkinci Dünya Savaşı sırasında, silah altında bulunan askerlerin dışındaki gençleri savaşa hazırlama amacıyla çıkartılan Sivil Savunma Mükellefiyeti adı altındaki kanunla, kamu ve özel sektörde 500 kişiden fazla eleman çalıştıran kuruluşların bir spor kulübü kurmaları mecburiyeti neticesinde 1938 yılında TCDD 6.İşletme Bölge Müdürlüğü bünyesi içerisinde temelleri atılan kulübün ilk kurucu üyeleri Eşref Demirağ, Vasfı Ramzan, Hasan Silah, Hikmet Tezel, Feridun Kuzeybay, Seha Keyder, Emin Ersan, Zekeriya Kolcu, Esat Gürkan ve Kenan Gülgün'dür. Adanademir SK futbolun dışında yüzme, sutopu, bisiklet ve güreş dallarına da büyük önem vermiştir.

Adana'nın ilk kulüpleri sayılan İdmanyurdu, Torosspor ve Seyhanspor dışında yine müessese takımı olan Milli Mensucat ve Adanademir SK gibi ligi oluşturan takımların katılımıyla Çukurova Ligi oluşturulmuştur. 1942 yılından 1953 yılna kadar Adanademir SK bölge şampiyonu olarak gruplara katılmaya hak kazanmıştır. 1947 yılında grup şampiyonu olmuş. Ankara'da yapılan final karşılaşmalarında Ankara Demirspor ve Fenerbahçe'nin ardından Türkiye üçüncüsü olma başarısı göstermiştir. 1951 yılında Balıkesir'de yapılan final karşılaşmalarında Beşiktaş ve Altay'ın ardından Türkiye üçüncüsü olmuştur. 1953-54 futbol sezonunda Adanademir SK Türkiye Amatör Takımlar Şampiyonası finalinde oynadığı Ankara Hacettepe SK takımını Selami Tekkaancı'nın golüyle 1-0 yenerek Türkiye Şampiyonu olmayı başarmıştır.

1940 yılından 1969 yılına kadar kulüp başkanları TCDD 6.İşletme Bölge Müdürlüğü bünyesinden oluşmuştu. TCDD 6.İşletme Bölge Müdürlüğü bünyasi dışından ilk başkan Mahmut Karabucak olmuştur.
Adanademirspor.com

16 Şubat 2009

Kocaelispor-Kayserispor

Bu maçla ilgili yazılabilecek herhangi birşey yok. Tipik Türkiye gerçeği. Bu sefer başrolümüzde Kayserispor var. Arkası kimler tarafından nasıl korunuyorsa bir maçlarını daha göz göre göre hakem desteği ile hak etmeden kazandılar. Sahaya futbol adına koydukları hiçbirşey yok. Goller dışında kornerden gelen topa bir kafa vuruşları auta gitti o kadar. Tartışmalı bir penaltı ve bir korner daha, bizim kaçırdığımız gollerin cezasını kesti.
Maçın hakemi Özgüç Türkalp adamı da yan hakemlerle birlikte alışageldiğimiz rezilliklerden birine daha imza attı. Onun yüzünden tribünler iyice zıvanadan çıktı, maraton tribünü darmadağın oldu.
İnsanı futboldan soğutuyorlar. Gel bu lig hakkında konuş şimdi. Kim şampiyon olacakmış kim küme düşecekmiş...falan filan. Lüzumsuz ligin lüzumsuz hakemleri. Ligi yönetenler adam olsa böyle olmaz tabii ama.
Neyse...Dediğim gibi yazmaya bile değmez.
Maçın özeti olabilecek olay basın toplantısında yaşandı. İzmitli gazeteci Erdoğan Çalın, Tolunay efendiye "Galatasaray maçından sonra hakemler hakkında yorum yaptın, peki bu maçın hakeminden memnun musun?" diye soruyor. Tolunay da ''Ben bugüne kadar hakem kararları hakkında hiç konuşmadım, konuşmayacağım da. Beni tahrik etmeyeceksiniz, doğru sorular soracaksınız'' diyerek toplantıyı terk ediyor.
Herhangi bir yorum yapamazsın zaten. Hiç kimse salak değil.
Yolu açık olsun ama bu futbolla -hakem desteklerini saymazsak- Kayseri'den hiçbirşey olmaz. Umarım farkındadırlar. Ya da banane...

En güzelini Can Yücel söylemiş "Bir Çin Şiiri".

Davacı zengin, davalı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa

Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa

Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı

Davacı da davalı da yoksulsa, bak,
Sade o zaman işte yerini bulur hak.

Atamayanlara Attılar




Zevkli bir maç oldu. Özellikle Milan durumu 2-1 e getirdikten sonra Mourinho efendi, Vieira, Maxwell ve Burdisso değişikliklerini yapıncaya kadar olan bölüm gerçekten izlemeye değerdi.
Dünyanın en kaliteli hücum oyuncularının yer aldığı iki takım da birbirlerine gol öyle kaçmaz böyle kaçar dersi verdiler. Stankoviç'in ilk yarıda topa vurmakta geciktiği pozisyon akıllara zarar, adama resmen kal geldi, başka bir izahı yok. Ibrahimoviç diğerleri kadar net pozisyonlar bulamadı ama arkadaşlarını müthiş besledi. Adriano çok klas adamım havası yüzünden harcadı pozisyonları. Ayağıyla atamadığı golü eliyle attı. Karşı tarafta da tek forvet gibi kalan Pato, Shevchenko ve Inzaghi'nin eski günlerinden uzak olmasının kaymağını yemekle meşguldü. Orta sahadan yeterince destek almadığı bir gerçek ama bunun yanı sıra fiziksel özellikleri tek forvet oynamaya hiç uygun değil. Sürati ve top tekniği müthiş olsa da hava toplarındaki etkisizliği ve koca koca savunma oyuncuları arasında kayboluyor oluşu eksi puan alacak yönleri. Onu izledikçe eski Shevchenko'yu özlediğimi fark ettim.

Inzaghi ofsayta düşecekmiş gibi yapıyor ama düşmüyor şehir efsanesini neredeyse bir kez daha destekliyordu. Ofsayta düşmediği bir pozisyonda Cesar'a takıldı ki Julio Cesar gerçekten büyük kaleci, topun kaleye gidişine izin vermemek için bütün uzuvlarını seferber ediyor resmen. Bu pozisyon dışında ofsayta düştüğü iki temiz pozisyonu daha var. Hele bir tanesinde öyle müthiş bir gol izleyecektik ki çok yazık oldu. Bu yayıncı mantığına da aklım ermiyor. Tamam pozisyon ofsayt, gol değeri yok ama ofsayt bile olsa birkaç kez gösterin, ne var yani? Inzaghi sol ayağıyla topu çıkmayacak noktaya yolladı, Cesar bile çaresiz kaldı ama biz bunu sadece bir tekrar görebildik. Maçla ilgili aklımda kalan en güzel 3 hareket sorulsa, biri bu ofsayt gol, biri Adriano'nun kornerden gelen topa gelişine volesi biri de Stankoviç'in golü olur. Ronaldinho'nun estetik çalımlarını ve akıllı paslarını da unutmamak lazım, onlara da mansiyon ödülü veriyorum.

Inter (4-3-1-2): Julio Cesar 7; Maicon 6,5, Samuel 6, Chivu 6,5, Santon 6,5; J. Zanetti 6, Cambiasso 6,5, Muntari 6 (43’ st Maxwell sv); Stankovic 7 (39’ st Burdisso sv); Ibrahimovic 6,5, Adriano 7 (35’ st Vieira sv). A disp. Toldo, Cordoba, Figo, Cruz. All. Mourinho 6,5

Milan (4-3-2-1): Abbiati 7; Zambrotta 6,5, Kaladze 5 (32’ st Senderos sv), Maldini 5,5, Jankulovski 6; Beckham 5 (12’ st F. Inzaghi 6,5), Pirlo 6, Ambrosini 5,5; Seedorf 6, Ronaldinho 6,5; Pato 7. A disp. Dida, Antonini, Favalli, Emerson, Flamini. All. Ancelotti 6,5

Arbitro:
Rosetti di Torino 5,5
Marcatori: 29’ pt Adriano (I), 43’ pt Stankovic (I), 26’ st Pato (M)

Bu sonuçla Inter iyice uzadı. Serie A'nın da puan sıralaması anlamında pek tadı kalmadı. Şampiyonlar Ligi'ne 4.olarak kim in gideceği hala net değil. Fiorentina, Genao ve Roma şimdilik şanslı gibi görünüyor. ŞL'de farklı takım görme isteğimden dolayı gönlüm Genoa'dan yana.
Inter-Milan maçı golleri burada.
Bu linkten de Serie A'da bu hafta oynanan Inter-Milan dışındaki bütün maçlara ulaşabilirsiniz. Özellikle Juve-Sampdoria maçı çok ilginç. Direkten dönen 5 top ve 2 gol var. Del Piero'nun direkten dönen topu fizik kurallarına aykırı. Bir diğer ilginç maç da kazananın diğerinin üstüne basıp geçeceği, Mutu'nun uzatmalardaki golüyle 3-0'dan 3-3'e gelen Genoa-Fiorentina maçı.

13 Şubat 2009

Kardeşimsin Abram!

Scolari'nin kovulması ve Aragones'in F.Bahçe'deki kötü gidişi Milli Takım hocasından kulüp hocası olmaz düşüncesini bir kez daha ön plana çıkardı. Haklılık payı yok değil çünkü tarihte çok sayıda örneği mevcut. Bu örneklerden kanımca en dikkat çekici olanı Maradona'lı Arjantin ile 1986 yılında Dünya Kupası'nı kazanan, İtalya 90'da da final oynatan Carlos Bilardo.
Arjantin'in teknik direktörü olduğu dönemde çok başarılı olan, ya da öyle görünen Carlos Bilardo aynı başarıyı başka bir takımda yaşayamadı. 1986 yılında Maradona'nın başını çektiği kadroda Valdano, Burruchaga, Passarella gibi efsane isimler yer alıyordu. Bu kadro ile başarılı günler geçiren Bilardo Arjantin Milli Takımı'ndan ayrılmasının ardından 1992-1993 sezonunda Sevilla'yı çalıştırdı ama Maradona'yı da beraberinde götürmüş olmasına rağmen işler yolunda gitmedi. 3 yıl aranın ardından 1996 yılında yine bir sezon süren  Boca macerası, ardından yine bir 3 yıl ara ve 1999-2000 sezonunda Kaddafi'yi kanka belleyip Libya Milli Takımı çalıştırıcılığı ile sürekli geri giden kariyerine yeni bir halka daha ekledi. Son olarak 2003-2004 sezonunda Estudiantes'i çalıştırmayı denedi ama sonuç yine hüsran oldu. 1990 sonrası teknik direktörlüğü bahtsız bedevi moduna giren Bilardo daha fazla kasmadı ve 2004 yılından beri herhangi bir takım çalıştırmıyor. Şu anda ise eski kader arkadaşı Maradona'nın yanında Arjantin Milli Takımı Genel Menejerliği görevini üstleniyor. Boynuz kulağı geçti tabii ki, patron rolleri değişti ama görünüşe göre herkes hayatından memnun. Maradona'nın Bilardo'dan her zaman övgüyle söz ettiğinin de altını çizelim.
Bu tartışmaya yeni bir boyut kazandıracak en güncel isim ise Chelsea ile anlaşan Guus Hiddink. Daha önec Avustralya Milli Takımı ile PSV Eindhoven'ı aynı anda çalıştırdığı için bu çalışma tipine alışkın olduğunu söyleyen Hiddink'in ne durumda olduğunu zaman içinde daha iyi anlayacağız. Milli Takım çalıştırmanın bütün inceliklerini kavramış ve hangi takımı çalıştırıyor olursa olsun potansiyelinin üstüne çıkarmayı başarmış bir hoca ama Chelsea gibi bütün dünyanın gözü önünde yaşayan bir kulüpte işler zannettiğinden biraz daha karmaşık olabilir.
Hiddink yaptığı açıklamada "Eğer Chelsea değil başka bir kulüp teklifte bulunsaydı yanıtım hayır olurdu ama Chelsea farklı çünkü Abramoviç ile aramızda iyi bir bağ var. Bu yüzden Chelsea'ye içinde bulunduğu durumdan kurtulması için yardımcı olmak istiyorum"  demişti. Bu açıklamaları okuyunca vay be insanlık ölmemiş, helal olsun, ne yiğitler var gibi yorumlar yapabilirdik şayet Hiddink'in Rus Milli Takımı Teknik Direktörlüğü maaşını Abramoviç'ten aldığını ve Chelsea ile yaptığı anlaşmada 4 ay için 2,5 Milyon Pound alacağını bilmiyor olsaydık.
Hiddink'in Chelsea'de geçireceği dönem Chelsea'ye uzun vadede ne kazandırır tartışılır. Zaten Abramoviç'in uzun vadeli bir planı varmış gibi de görünmüyor. Sezonun geri kalanında takımın en azından kağıt üstündeki potansiyelini yakalayıp Manu ve Liverpool ile baş edebilmesini umuyor. Chelsea'nin bu sezon oynadığı futbola bakarsak geçen yılki Şampiyonlar Ligi finali de bu yıl için hayal olarak kalacak. Finale çıkılsa bile Barça bütün adamlarının bütün değerleri 100 olan bir PES takımı havasında olduğu için Chelsea'nin de diğer birçok takım gibi kupayı alma düşüncesinde olduğunu sanmıyorum. Yine de Barça'yı hem La Liga hem Şampiyonlar Ligi Şampiyonu ilan etmediğimin altını çizmeliyim, this is football.
Yaşanan bu gelişme Abramoviç'in Rusya'daki etkinliğinin de bir kanıtı aynı zamanda. Artık endüstriyel futbolun sözlük karşılığı olarak görülmeye başlanan Abramoviç Rus Milli Takımı gibi aslında bütün Rusya'yı ilgilendiren bir kurumdan bu hoca bana lazım diyerek teknik direktörünü koparabiliyor. Maaşını da ben veriyorum kardeşim gelsin buraya 4 ay bir maaş ikramiye deyip para var huzur var söyleminin canlı kanıtı olmaya devam ediyor. CSKA Moskova'yı da beklenenin çok üstünde bir noktaya taşımayı başaran Abramoviç koca bir ülkenin futbolunda en yetkin söz sahibi olmaya devam ediyor böylece. Bu örnekten yola çıkarak meşhur atasözümüzü parayla saadet kısmen de olsa olur şeklinde değiştirebiliriz.
Arshavin'in Arsenal'e transferi de Hiddink ile hemen hemen çakıştı. Arshavin Arsenal'de henüz düzenli olarak oynamaya başlamamış olsa da Hiddink'in bütün özelliklerini bildiği yetenekli bir oyuncuya karşı nasıl önlem alacağı merak konusu olacak. Bu duruma benzer bir örneği 1994 Dünya Kupası'nda oynanan Bulgaristan-Almanya maçında hatırlıyorum. O yıl Hamburg forması giymekte olan Bulgar oyuncu Yordan Letchkov, Alman oyuncuları ve Alman oyun sistemini yakından tanıyor olduğu için maç taktiğinin belirlenmesi konusunda teknik direktörüne yardım ettiğini maçtan sonra açıklamıştı.
Hiddink ile ilgili ilginç bir ayrıntı da babasının bir 2.Dünya Savaşı kahramanı olması hatta Varsseveld'de ailesinin adını taşıyan bir köprü bulunuyor. General Eisenhower komutasındaki birlikte görev yapan baba Gert Hiddink 1940 yılında Amerikalı müttefik askerlerin bölgeden kaçmalarına yardım etmiş. Uçakları düştüğü için paraşütle atlamak zorunda kalan Amerikalı pilotlar için yaptıklarından da hala övgüyle bahsedilirmiş. Yaptığı bir başka iyilik ise Nazilerden kaçmayı başaran Yahudilere evini açmak olmuş. Varsseveld, Almanya sınırına sadece 10 km uzaklıkta olduğu için bu sayede birçok insanı soykırımdan kurtarmayı başarmış.

12 Şubat 2009

Türkiye Sahili, Fildişi Sahili, İspanya Sahili



Fildişi Sahili ile Türkiye'nin en güzel sahillerine sahip şehirlerinden biri olan İzmir'de karşılaşmak manidar bir tercih gibi görünüyor. 60.000 İzmirli Drogba'yı, Yaya Toure'yi, Kolo Toure'yi, Eboue'yi izleme fırsatını kaçırmadı. Değip değmediği tartışılır ama futbol da bir nevi sanat eseridir. Bu maç, güzel olacağını düşünüp izledikten sonra beğenmediğiniz bir sinema filmi gibiydi sanki.

Maçtan aklımda kalan Gökhan Ünal'ın golü ve Tuncay'ın futbol saygısı oldu. Gökhan Kayseri günlerine dönmeye başladı ve bu tip golleri istikrarlı bir şekilde atmaya devam ediyor oluşu hem Trabzonspor hem de Milli Takım adına çok sevindirici. EPL'ye giden herkes adam olamıyor ama Tugay örneğinden hatırladığımız üzere oradaki futbol kültürünü benimseyen oyuncu "Eski ben öldü, yaşasın yeni ben" diyerek dönüyor geriye. İyi futbolcular ve kötü futbolcular arasındaki en belirgin fark maç içinde yaptıkları tercihlerden kaynaklanıyor. Topu ayağından zamanında çıkaran, pası zamanında veren, şutu zamanında çeken, zamanında ayağa kayıp top kapan, zamanında rakibi bozan oyuncu aynı fiziksel özelliklerle iki gömlek ileri gidiyor. Aynı olay topla oynamaya bayılan Tugay için de geçerliydi, gördüğümüz üzere artık Tuncay için de geçerli. Oraya gidip boş boş gezinmeyen, kendisini geliştirmeye çalışan isimler ilk olarak karar vermeyi öğreniyorlar. Karar vermeyi öğrenen isim Tuncay gibi saatte bilmem kaç km hızla koşabilen bir isim olunca ve Tuncay koşu zamanlaması tercihlerini yerinde kullanınca bedavadan bir dolu pozisyon bulmamız mümkün olabiliyor. Bu taktik İspanya maçlarında ne kadar geçerli olabilir, bilemiyorum ama ekstra tehdit göz çıkarmaz. Umarım Tuncay'ın karşısına sakatlık engeli çıkmaz ve fazladan bir bilezik olarak Fatih Terim'in kolunda durmaya devam eder.
Drogba maç boyunca gol kovalamış olsa da kendisini çok fazla üzmedi. İlk defa izlediğim Fildişi Sahili takımını Afrika'nın geri kalan milli takımlarında da olduğu üzere tekniğinden çok fiziğine güvenen bir yapıda gördüm. Yaya Toure, Drogba gibi isimler olsa da bu teknik futbol anlayışı takımın geneline yansımış değil. Yine de sağlam bir takım gibi görünüyorlar ve 2006 Almanya'nın ardından 2010 Dünya Kupası'na katılmaları da sürpriz olmaz. Özellikle yaz aylarında Güney Afrika gibi cehennemden hallice olacak bir ülkede yapılacak kupada düşündüğümüzden çok daha şanslı olabilirler.
2010 Dünya Kupası sloganı da muhtemelen "Ateş seni çağırıyorrr!" olacaktır.

Türkiye: Volkan, Gökhan Gönül (Dk. 75 Mehmet Yıldız), Servet, Gökhan Zan, Caner, Hamit (Dk. 62 Ayhan), Mehmet Aurelio, Tuncay (Dk. 46 Emre), Arda (Dk. 46 Kazım), Semih (Dk. 46 Sabri), Gökhan Ünal (Dk. 64 Halil)
Fildişi Sahili: Barry, Demel (Dk. 46 Keita), Kolo Toure, Gohouri (Dk. 85 Bamba), Boka, Fae (Dk. 61 Gosso), Yaya Toure (Dk. 87 Kone), Zokora (Dk. 75 Sanogo), Romaric, Eboue, Drogba
Goller: Dk. 11 Gökhan Ünal (Türkiye), Dk. 90+2 Drogba (Fildişi Sahili)


Fransa-Arjantin maçında sadece Gutierrez'in golünü görebildim ama sonuç anlamında şaşırtıcı olmadığı açık.
İspanya-İngiltere maçı özellikle ikinci yarı düşündüğümden biraz daha soğuk geçti. Bence hazırlık maçlarına da oyuncu değişikliği kısıtlaması getirilmeli. Eğer bütün oyuncuları görmek istiyorsanız iki tane milli maç ayarlayın. Birinde ilk onbirinizi oynatın ikincisinde ikinci onbirinizi. Teknik direktörler dakika başı adam değiştirerek neyi nasıl görüyorlar anlamış değilim, amaç kondisyon yüklemesi değil ki.
Maç boyu İngiliz oyuncuların kişisel yetenekleri ara ara parlamalar ortaya çıkarsa da İspanya bambaşka bir takım ve şiir kıvamındaki futbollarını bir kez daha sergilediler. İngiltere'nin başta savunma olmak üzere kat etmesi gereken çok yol var. Capello'nun çok çalışması lazım. Bu arada Beckham ikinci yarı oyuna girerek Bobby Moore'un 108 maçlık rekoruna ortak oldu. Moore yaşıyor olsaydı kendisine Hint kınası armağan ederdi belki de.
Bu maçla ilgili söylenecek çok fazla söz yok ama maçı izlerken aklıma tek bir soru takıldı;
David Villa'yı Gökhan Zan mı tutacak, Servet mi?? Ya Torres'i?

España: Casillas (Reina, m.46); Sergio Ramos, Albiol (Marchena, m.75), Piqué, Capdevila (Arbeloa, m.46); Xavi (Guiza, m.85), Marcos Senna, Xabi Alonso, Iniesta; Fernando Torres (Llorente, m.64) y Villa (Silva, m.56).
Inglaterra: James; Johnson, Jagielka (Upson, m.46), Terry, Cole; Wright Phillips, Carrick, Barry (Lampard, m.46), Downing (Beckham, m.46); Heskey (Crouch, m.46) y Agbonlahor (Carlton Cole, m.75).
Goles:1-0, m.36: Villa. 2-0, m.82: Llorente


Atatürk Stadı ve Altay Deplasmanı


11 Mayıs 2008 / İzmir-Atatürk Stadyumu

Bu olay yaşandığında blog daha doğmamıştı. Nicedir bir fırsat olsa da paylaşsam diyordum. Milli maç vesile oldu. Kötü gidişin etkisinden olsa gerek "paylaşmayı" unuttum ama yaşadıklarımı asla unutamam.

Atatürk Stadı biz Kocaelisporlular için çok farklı anlamlar ifade ediyor. Hele 10 yılını İzmir'de geçirmiş benim için çok çok daha farklı anlamlar ifade ediyor. Geçtiğimiz yılın son maçları. Tarih 11 Mayıs 2008. Bank Asya'dan Süper Lig'e direk yükselebilmek için matematiksel şansı devam eden 4 takım Kocaelispor, Sakaryaspor, Antalyaspor ve Eskişehirspor rakiplerini yenmek ve diğer maçların sonuçlarını beklemek zorundalar. Biz son haftaya lider girmiş olduğumuz için biraz daha rahatız. Son maçta Atatürk Stadı'nda Altay'ı yenmemiz Süper Lig'e Bank Asya 1.Lig Şampiyonu olarak çıkmamız için yeterli olacak.
Organizasyon beceriksizliği, daha doğrusu İzmir'e otobüs gönderme sözü veren bazı firmaların bu sözlerini yerine getirmemelerinden dolayı bir dolu taraftar İsmetpaşa Stadı önünde sabahlıyor. 200 Otobüs nidaları havada kalıyor. Buna rağmen gelen otobüslere binmeyi başarmış ya da kendi imkanları ile İzmir'e giden yaklaşık 13 bin Körfezli Atatürk Stadı'nın açık tribününü doldurmuş durumdalar. Altay yönetimi de akıllı davranıyor. İsteseler malum saçma kuralı gerekçe gösterip deplasman seyircisinin sayısını kısıtlayabilirler, yapmıyorlar. Herkes buyursun, gelsin, parasıyla değil mi diyorlar ve belki bütün sezon iç saha maçlarında yapamadıkları hasılatı son maçta yapıyorlar. Bu kararı almalarındaki bir başka etken de Altay'ın iddialı durumda olmaması. Play-off'a katılabilmeleri için küçük bir matematiksel şansları var ama gerçekleşmesi mucize sayılır.
Gelebilen taraftarların sayısına bakınca daha önce deplasmana bu kadar kalabalık giden bir taraftar grubu hatırlamadığımız için rekor kırdık diyoruz, övünüyoruz ama bilmiyoruz ki bir o kadar insan da İzmit'te Sekapark'ta toplanmışlar, İzmit'te hayat durmuş. 5 yıl özlemi çekilen Süper Lig'e çıkmaya sadece bir maç kalmış, herkes heyecanlı, herkes tedirgin, herkes mutlu.
İzmir'e bir gün önceden gelenler şehri renklendirmeye başlamışlar. Maçtan bir gün önce, Kordonboyu'nun yeşil-siyaha boyandığı sıralarda ben Göztepe'deyim. Orada herhangi bir hareketlilik yok. Maça bu kadar çok insanın geleceğine içten içe pek ihtimal vermiyorum hele bir gün öncesinden bu kadar çok insan geleceğine hiç ihtimal vermiyorum. Aptal aptal geziniyoruz Göztepe sahilinde, Mithatpaşa'ya geçiyoruz, koca koca Göztepe bayrakları her zaman olduğu gibi yerlerindeler, keşke bu maç Göztepe ile olsaydı diyorum içimden, maçı 25 bin kişi değil 60 bin kişi izleseydik, biraz hır gür çıkardı ama tadında kalırsa bu da işin rengi olurdu diyorum, geçiyorum.

11 Mayıs 2008 / İzmit-Seka Park

Maç günü geliyor, çatıyor. Sanki hayatımda ilk kez maça gidecekmiş gibi heyecanlıyım. Peder bey de içeride, dışarıda kaçırmadan her maça gittiği günleri hatırlıyor. İçimden hikayelerini biraz farklılaştırsa, renklendirse ne güzel olur diye geçirirken yol boyunca onun her zaman anlattığı hikayeleri dinliyorum "Bir Erhan vardı kaleci, gol olduktan sonra atlardı p.şt, Güvenç'le Raşit iyi anlaşırdı bak hücumda. Güvenç'ten video alıyorduk ya bir ara hatırlarsın, pasaj içinde. Adam golcüydü, pornocu oldu sonra da hoca oldu. Onun zamanında ne iyiydik ama! Kamil abin adam geçirmezdi valla defansın göbeğinde. Metin (Tekin)'i de anlatmıştım di mi? Bir gün bir Eskişehir maçındayız. Ben eniştene ayıp olmasın diye Eskişehir tarafına girdim. Bizim maçtan önce PAF maçı var. Millet Metin'i izliyor, kim lan bu çocuk, A takımdan adam almışlar onu oynatıyor pezevenkler diyorlar....."  Stada yakın sanayi önünde bir yere park ediyoruz aracı. Hemen yanımızda 41 plakalı başka bir araç var, aralarında konuşuyorlar "Buraya park etsek ne olur acaba?" Peder bey atlıyor hemen "Park edin, burası İzmir birşey olmaz, hem bakmayın plakaya, biz de İzmitliyiz kardeşim!"
Aslında benimkisi sağlam bir deplasman hikayesi sayılmaz. Millet 400 km yoldan 7 saat yolculukla İzmir'e gelmiş ben 20 dakikada Buca'dan Atatürk Stadı'na gidiyorum. Giderken şükrediyorum tabii ki. Belki 100 yılda bir kez yaşanabilecek bir rastlantı sonucu en hayati son maç benim yaşadığım şehire denk geliyor. Hoş, maç Mardinspor'la olsa kalkıp gideceğiz ama burnumun dibine gelmiş olmasından da kesinlikle şikayetçi değilim.
Stada yaklaştıkça yeşil-siyah atkıları, bayrakları görüyorum. Bu duyguyu ancak doğduğu şehrin takımını destekleyip, bu takımın taraftarlarını farklı bir şehirde görenler bilir. Daha önce de gördüm mutlaka ama araya okul girmiş, askerlik girmiş, unutmuşum. Deplasman tribününe yaklaştıkça sayı artıyor. Dış kapıya gelince gözlerime inanamıyorum. Ne otobüsleri sayabiliyorum, ne de insanları. Bir otobüsün yanından geçerken gözüm ön camda duran kağıda ilişiyor. Üzerinde "Şampiyonluğa gider!" yazıyor, gülüyorum. Kapılar kuyruk, içeriden tezahüratlar yükselmeye başlamış. Peder bey boş durmuyor, dakika başı durup tanıdıklarına selam veriyor. Bütün İzmit gelmiş lan diyor, benim derdim bir an önce stada girmek, girince başıma geleceklerden henüz haberim yok tabii.
Polisin biri ileride kapı açıldı diye yırtıyor kendini. Koşa koşa gidiyoruz kapıya, rahatlıkla giriyoruz. İçerisi yanıyor. Hem tribündeki atmosfer anlamında hem de havanın sıcaklığı anlamında. 7 saat yoldan gelen benim sanki, Allah'ın kulu yerinde duramıyor. Göbekte toplanan tayfa çoktan soyunmuş, bir yandan bağırıyorlar, bir yandan da bronzlaşmayı bedavaya getiriyorlar. Yaşlı amcalar, teyzeler görüyorum, üzülüyorum. Bize neden kapalı tribün verilmedi diye isyan ediyorum bir an için, sonra toparlanıyorum, tribünün kıllısına da gerek yok hani diyorum.
Aylardan Mayıs, ayın ilk günleri olmasına rağmen güneş İzmir'e sıcak yüzünü göstermeye başlamış. Deplasmana gelenleri damgalıyor teker teker. Maçtan sonra şehir efsanesi haline gelen "İzmir'e gittin mi?" sorusunun yanıtını insanların dış görünüşüne yansıtıyor. Maç biletinden bile daha önemli bir kanıt bu, sonuçta maç biletini başkasından almak mümkün. Maçın ardından "Hacı İzmir deplasmanı süperdi yahu!" diyerek yalan atanlara "İzmir'e deplasmana geldin de nasıl bronzlaşmadın pezevenk??" yanıtı veriliyor. Çareleri yok, susuyorlar.
Maçtan önce Büyükşehir Belediyesi kaynaklı bayraklar dağıtılıyor. Karaosmanoğlu'nun seveceği tutuyor o dönem Körfezi. Bende atkı var ama maçla ilgili ne hatıra koparsam kardır diyorum. Alıyorum iki tane. Bugün hala biri İzmirdeki evimizin balkonunda, diğeri Peder beyin Otokent'teki dükkanında durur. Bizim Otomotiv, inanmayan gidip bakabilir. Maç başlamak üzere, bizim bulunduğumuz bölüm tezahüratlara aktif olarak katılıyor, Peder bu yaştan sonra çekemem diyor, tenhalara geçiyor. Ben bir elimle atkıyı sallıyorum, bir elimle bayrağı. Maçtan sonra iki gün kollarım neden ağrıyor diye düşünüyorum sonra.
Maça başlamadan son durumu hatırlatalım. Kocaelispor 61, Antalya 60, Sakarya 58, Eskişehir 57 puanda. Bize beraberlik yetiyor ama risk almaya ne gerek var? 13 bin kişi beraberlik için gelmedi ya!
Maç başlıyor. Henüz 9.dakikada Taner, şu anda Süper Lig'de yapmaya devam ettiği müthiş sprintlerinden birini atıyor. Pas ona doğru atılır atılmaz gözüm yan hakemde. Bayrak kalkmazsa öne geçtik, bitti bu iş diyorum. Yan hakem sakin, ofsayt yok. Taner zaman zaman kaçırsa da bayılır bu pozisyonlara ama bu maçta mümkün değil kaçırmaz diyorum, yanıltmıyor beni. Henüz 9.dakikada rahatlıyoruz, tribünler "Efsane geri döndü, korksun herkes!" diye inliyor. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Diğer maçlar umrumda değil artık. Golü atan Taner sakatlanıyor, dakikalarca kenarda yattıktan sonra 29'da şu anda Altay'da bulunan Can Erdem'le değişiyor. Taner onca zaman kenarda yatmış ve oyuna giremeyeceği belliyken oyuncu değişikliği yapmayan Engin İpekoğlu kalitesini yavaş yavaş belli etmeye başlıyor ama zafer sarhoşuyum, görmüyorum. Puan durumu anlamında değeri olmasa oldukça sıkıcı bir maç geçiyor aslında ama bağırmaktan, zıplamaktan ve tabii ki bronzlaşmaktan kimsenin maçı gördüğü yok zaten, başka gol olmasın yeter. Devre arası aklıma kalp rahatsızlığı olan Peder bey geliyor, bu sıcak hayra alamet değil diyorum. Yanına gidiyorum, nasıl gidiyor diyorum, fena değil ama hava sıcak gibisinden bir yanıt bekliyorum, bu Taner ne fuleli adam yahu! diyor, herşey yolunda deyip dönüyorum yerime.
İkinci yarıda da maç rölantide sürüyor. Altay arada bir yükleniyor gibi yapıyor, bir topları üst direkten auta çıkıyor. Birkaç tane Kılıç alıyor, auta gidiyor, taça gidiyor, birşeyler oluyor ama ne gam! Maçın sonları yaklaştıkça iyice rahatlamışız zaten. 90.dakikaya Sakarya ve Eses 0-1 yenik giriyorlar. Daha önce Sakarya'ya da çelme takan İstanbulspor Antalya'ya direniyor, oradaki skor da 0-0. 5 yıllık özlem sona ermek üzere, artık tek beklediğimiz maçın bitiş düdüğü. Maç boyunca yüzünden tebessüm eksik olmayan Fırat Aydınus düdüğü çalıyor. Haydi siz Süper Lig'e, ben de Kordon'a akayım diyor.
Türkçe'ye bu bölümden sonrasında yaşadığım duyguları anlatabilecek kadar hakim değilim sanırım. Atatürk Stadı yıkılıyor. Yer yerinden oynuyor. Onca yol gelmiş, 90 dakika susmadan zıplamış, bağırmış Körfezliler ekstra depolarını harcamaya başlıyorlar. Sanki herkes yeni gelmiş maça. Ne tezahürat yapacağımızı şaşırıyoruz. Aklımıza ilk geleni söylüyoruz biz de. Şaaampiyon şık şık şık şaampiyon sesleriyle inliyor Atatürk Stadı. Maç başında kırıcı bir tezahürat yapmış Altaylılar da asil Altaylı duruşlarına geri dönüyor, şenliğin bir parçası oluyorlar. Onlar da şampiyonu selamlıyor. Birlikte Körfez diye bağırıyoruz, önce yeşil-siyah sonra siyah-beyaz çekiyoruz. Maçtan sonra da tek kelimeyle "Helal olsun" diyorlar "Darısı başımıza"
Takım bir oraya bir buraya gidiyor. Sonunda topluca önümüzdeler. Onlar da şaşkın bir mutluluk içinde. Taraftar, futbolcu, yönetim hatta daha o zaman tepkiler yükseliyor olsa da B.Şehir Belediye Başkanı bir bütünlük içinde. Coşkuyu paylaşmak kolay tabii ama kimin umurunda? Gözüm sadece sevinenleri görüyor. Bu coşkuya tek gölge düşüren TFF'nin kupayı çay bahçesi masası üzerinde vermesi oluyor ama o da umrumda değil, getirin artık şu kupayı diyorum ve kupa Serdar Topraktepe'nin ellerinde bize doğru geliyor. Coşku tavan yapıyor. Kupa elden ele geziyor, ne yorgunluk umrumuzda ne bronzluk.
Sonunda her güzel şey gibi bu da bitiyor. Tam bir süre söyleyemem ama yaklaşık 1-1,5 saatin ardından futbolcular soyunma odasının yolunu tutuyorlar. Biz de yeterince yandık diyerek staddan ayrılmak istiyoruz. Kapılara barikat kurmuş polislerle yaşanan kısa tartışmanın ardından çıkıyoruz staddan. Coşku dışarıda da sürüyor. Altaylıların bir kısmı çıkış kapılarına gelmiş, hatıra atkısı kapma peşindeler. Çocuğun biri abi atkını versene diyor, ben de İzmirdeyim be koçum, bu atkı dursun bende diyerek reddediyorum. Bir bölüm durmuş alkışlıyor, herkes mesut halinden.
Böyle devam etmek istemezdim ama geçtiğimiz yıl çok daha zor koşullarda takımı şampiyon yapan başkan bugün çıkıp "6 Milyon TL riskim var" diyor. Yaptığı sapasağlam takımı darma duman ediyor. İnsanların ona karşı olan sevgisi, saygısı, nefrete, kızgınlığa dönüşüyor. Bize de bir insan yavrusu bir yıl içinde nasıl olur da bu kadar değişir? sorusunu sormak kalıyor. Nasıl?
Atatürk Stadı'nı hayatım boyunca bu maçla hatırlayacağım. Açıkçası orada bir daha maç izlemesem de olur. Hani çok sevdiğiniz bir insan vefat eder de onu son gördüğünüz haliyle hatırlamak istediğiniz için naaşına bakmak istemezsiniz ya, bu da öyle birşey.
Postu bu şekilde sonlandırmak moda oldu ama ne yapayım, cuk oturuyor.
Benim için Atatürk Stadı bitmiştir, daha da gitmem Atatürk Stadı'na! 

11 Şubat 2009

Kötü Kadınlar


"Boca ve River taraftarları rakip takımı tutanların annelerinin uygunsuz kadın olduğunu düşünür"

Güntekin Onay, Gol programında Sevilla-Betis rekabetine dünyadan örnekler sunuyor. Mert Aydın ve Ersin Düzen dudaklarını ısırıyor. Erman Toroğlu veya Ahmet Çakar demiş olsa anlarım da...Gafını da unutmadım gerçi..

Sambaya Karşı Kasap Havası



*Robinho'nun golünde çalımları ve vuruş tekniğinden çok top kapması takdire değer. Çalım atmasını, topu uzak köşeye bırakmasını beklerim de, o bölgede Pirlo gibi bir adamdan top kapmak da neyin nesi?
*Maçın en komik anı Toni'nin topu avuçladığı ve geçerli olmayan golü attığı an. Eve götürseydin!
*Mağlup olmadan geçilen 31 maçlık rekoru 32'ye çıkaramayan Lippi maçı kısa ve net özetlemiş; "Biraz korkak oynadık". Brezilya oyuna Dani Alves'i alıp sağ kanadı Alves-Maicon yapınca sen karşılarına Dossena'yı koyarsan korkak oynarsınız tabii.


Maçı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Adına yakışır bir maç oldu diyebiliriz. Bizim Milli Takımımızın kronik rahatsızlığıdır. Hazırlık maçlarını ciddiye al(a)mamak ya da yeterince mücadele etmemek. Maçın adı Brezilya-İtalya olunca, sahadaki oyuncuların çoğu da Serie A'da oynuyor olunca maç ciddiyetini kendisi getiriyor. Tabii bunun bir gösteri maçı olduğunu unutacak kadar amatör futbolcular yok sahada ama insan psikolojisi, biraz eziklik hissi baş gösterince kemik sesleri gelmeye başlıyor. Brezilyalı top cambazları başta Robinho ve Ronaldinho olmak üzere birkaç estetik hareket gösterince buna bozulan İtalyanlar çareyi onları indirmekte buldular. Maçın sonlarında Ronaldinho'nun Camoranesi'ye karşı yaptığı gereksiz vücut hareketlerini saymazsak yaklaşık son yarım saat bu tip hareketleri de görmez olduk. Yine de en az bir Dünya Kupası grup maçı kadar ciddi, seyre değer bir maçtı. Londra'da 60.000 kişi ihya olmuştur herhalde. Bu tip maçlarda olmasa futbolun gösteri yönünü iyice unutacağız. Güney Amerika kıtası olmasaydı futbol nasıl bir oyun olurdu diye düşündüm bir an. Hiç uzatmayayım, düşüncesi bile kötü.

ITALIA (4-3-3): Buffon 6, Zambrotta 6, Legrottaglie 5.5, Cannavaro 6, Grosso 6, De Rossi 6 (13’ st Aquilani 5), Pirlo 5 (31’ st Dossena sv), Montolivo 5 (1’ st Perrotta 5), Pepe 6 (1’ st Camoranesi 5), Gilardino 4.5 (1’ st Toni 5.5), Di Natale 5.5 (1’ st Rossi 6.5). (12 Amelia, 13 Bonera, 14 Gamberini, 21 Quagliarella, 23 Iaquinta, 22 De Sanctis terzo portiere). All.: Lippi 5.5

BRASILE (4-3-1-2):
Julio Cesar 7, Maicon 7, Lucio 6.5, Juan 6.5 (33’ st Thiago Silva sv), Marcelo 7, Elano 8 (25’ st Daniel Alves 6), Gilberto Silva 6.5 (43’ st Josue’ sv), Felipe Melo 6.5, Ronaldinho 6.5, Adriano 6 (35’ st Pato sv), Robinho 7.5 (43’ st Julio Baptista sv). (12 Doni, 14 Luisao, 16 Adriano Correia). All.: Dunga 7.5

Arbitro: Webb (Inghilterra) 6.5
Reti: nel pt 14’ Elano, 28’ Robinho

Spettatori: 60.077

07 Şubat 2009

Sahi Bir Muzzy Vardı Ne Oldu Ona?



Mesut Özil'in tercihi alışmamız gereken bir sürecin başlangıcı. Gün geçtikçe küçülen ve ülke sınırlarının yavaş yavaş anlamını yitirdiği bir dünyada tek gerçek kişilerin tercihleri haline geldi. Artık Almanım diyen Alman, Fransızım diyen Fransız, Hollandalıyım diyen Hollandalı hatta aynaya bakarsak Türküm diyen herkes Türk.

Mesut Özil olayını değerlendirmek bile benim için bir züldür aslında. Kökeni her ne olursa olsun Almanya'da doğmuş büyümüş herhangi birisinin Alman Milli Takımı'nı seçmiş olmasından daha doğal birşey olamaz. Zaten konu ile ilgili yazılan hemen her yazı aynı şeyi söylüyor. İnsanların (daha doğrusu Türk insanların) olayı değerlendirmelerinde geçmişten gelen önyargılarının ağır basacağını düşünen bizler gelecek tepkilerin Mesut'un vatan haini ilan edileceği şeklinde olacağını öngördük ama bugün geldiğimiz noktada anlıyoruz ki kimsenin Mesut'un seçimi konusunda bir sıkıntısı yok. Verilen bu tepki bazı önyargılarımızı yıktığımız anlamına geliyor olabilir. Bu önyargıların yıkılmasında tüm dünya milli takımlarının en az bir ya da daha fazla devşirme oyuncu oynatıyor olmaları etken olabilir ki bu takımlar içinde biz de varız, üstüne üstlük bugün Cassio Lincoln Milli Takım'a çağırılmış olsa ezici bir çoğunluğun bu olayı sevinçle karşılayacağından eminim. Hem dünya futbolunun gidişatı açısından hem vatan sevgisi, din bağlılığı gibi manevi duyguların metrajı olmadığından hem de takımda her kim oynuyor olursa olsun elde edilen başarı "Turkey; Comeback Kings" şeklinde lanse ediliyor olduğundan dolayı bu tip olaylar artık futbolun bir gerçeği denilip geçiştirilebilecek duruma geldi. Zamanında, bugünün kurallarının geçerli olmadığı bir dönemde Macaristan'ın yaşadığı iç karışıklıktan dolayı Macaristan'a dönmeyi reddeden ve ardından Macar Milli Takımından İspanyol Milli Takımı'na geçiş yapan Ferenc Puskas sansasyonel bir olay ortaya çıkarmış olabilir ama yerküre döndükçe şartlar değişiyor ve bir zamanlar kabul edilemez buyurulan herşey hayat standardı haline geliyor. Önyargılar ortaya çıktıkları gün olduğu gibi devam ediyor olsaydı üstün Alman ırkını oluşturmayı hedefleyen ve Alman dediğin sarışın olur arkadaş diyen Hitler'in mensubu olduğu Almanya'da Asamoah isimli zenci insanın oynaması bu dünyada mümkün olamazdı. Alman Milli Takımı'ndaki X asıllı oyuncuların konusunu hiç açmıyorum bile.
Almanya'nın geleceği ile ilgili yapılan öngörülerin hepsinde Almanya'nın geleceğinin ABD ile benzer olacağından bahsediliyor. Yurt dışından daha önce olmuş ve hala olmaya devam eden göç akını. Çocuk yapmaya üşenen bir Alman milleti. Yavaş yavaş çökme sürecine giren sosyal sağlık sistemi ve tüm bunlara paralel, doğal bir sonuç olarak artan yaş ortalaması. ABD Milli Takımı'ndaki oyuncuların kökenlerini tam olarak bilmiyorum ama ülkenin yapısına paralel olarak hepsinin ilk tohumlarının Kuzey Amerika kıtasından çok uzaklarda atıldığına eminim. Saymış olduğum nedenlerden dolayı Almanya da bizim görebileceğimiz kadar yakın bir dönemde X asıllı oyunculardan kurulu bir kadro ile sahaya çıkacak. Podolski, Klose Polonya'ya gol atacak, sevinmeyecek, Mesut Türkiye'ye gol atacak sevinmeyecek, devran böyle dönüp gidecek. Sözün özü olaya Alman Milli Takımı ve Almanya ülkesi açısından baktığımızda Mesut'un yapmış olduğu tercihin onlar adına bizden çok daha önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünya çapında bilinirliği ve takip edilirliği Türkiye'den daha önde bir takımın parçası olacak üstelik burada göreceğinden daha fazla değer görecek. Konu ile ilgili yazılan diğer yazılardaki nedenler (Almanya'da doğmuş, büyümüş, yetişmiş olması, asıl ana dilinin Almanca olması, arkadaş çevresinin büyük çoğunlunun Alman olması vs.) de cabası. 
Konu ile ilgili en güncel ikilemleri Euro 2008'de yaşadık ve çok net hatırlıyoruz. Hakan Yakın ve Eren Derdiyok gibi adına baktığımızda Türk olduğundan hiçbir şüphe duymayacağımız, dış görünüş olarak da bir yerde karşılaşsak çay ısmarlamaktan geri kalmayacağımız isimler başka bir bayrak altında Milli Takımımıza karşı oynadılar, gol bile attılar ama çok küçük bir oranda istisnalar çıkacak olsa da hiç sanmıyorum ki bu isimleri es kaza yolda görsek yuh şerefsiz deyip kafa göz demeden dalalım. En azından onlara verilen tepki Euro 2000'de sadece kırmızı kart gördüğü için savaş suçlusu ilan edilen Alpay'a verilen tepki kadar büyük olmaz. Öyle de karmaşık ve neye ne tepki vereceği belli olmayan bir milletiz ki olayları alt alta yazdığımızda çıkan sonuçları sınıflandırabilme şansımız da yok. İsviçre ile ilgili biraz daha geriye gidersek karşımıza Kubilay Türkyılmaz vakası çıkıyor. Soyadında bile "Türk" sözcüğü geçen Kubilay yıllarca İsviçre Milli Takımı için oynadı. Türkiye'ye transfer olup Galatasaray forması giydiği dönemde de bu konu ile ilgili herhangi bir sıkıntı yaşadığını hatırlamıyorum, kaldı ki onun oynadığı dönemde bu tip olaylar bugün olduğu kadar normal kabul edilmiyordu, bu tip oyuncuların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı.
Yine aynı dönemden hatırladığımız bir başka isim Mehmet Scholl. Sadece adı Mehmet diye bir kısım medyanın Türk çocuğu ilan ettiği Scholl ile ilgili haberlerin Nihat Kahveci tadında paylaşıldığı günleri hatırlıyorum. Alman Milli Takımının oynadığı maçlarda Scholl oyuna girerken, onun oyuna girişini "Ve evet sayın seyirciler, bir Türk, Mehmet Scholl oyuna giriyor" şeklinde akseden spikerlerimiz vardı. Mehmet Scholl tek kelime Türkçe konuşmuş değildi, bizimle ilgisi alakası yoktu ama Mehmetti ya yeterliydi. Hala başka milli takımlarda oynayan Türk kökenli oyuncular bizler için çok büyük önem arz ediyormuş gibi aktarılıyor olsa da değişen düşünce yapısının bir başka yansıması da bu olaydır. O günlerde Mehmetler Türktü, bugün Mehmetler Brezilyalı, Arjantinli, Ugandalı da olabiliyor. Özellikle Almanya, Avusturya, İsviçre gibi orta Avrupa ülkelerinde bu tip oyuncuların sayısı artıyor ve görülen o ki artmaya devam edecek.

Konu ile ilgili en traji-komik örnek ise Mustafa İzzet. Adaşı Mustafa Denizli tarafından Euro 2000 kadrosuna dahil edilip oynatılan Muzzy'nin Türk Milli Takımı kariyeri umduğundan çok daha kısa sürmüştü. Oysa Muzzy bir Leicester maçı sonrası Türk bayrağını alıp City Ground stadyumunu dolaştığında yer yerinden oynamış, aslen Kıbrıs Türk'ü olan babasının tarafını seçen Muzzy, İngiliz Milli Takımı'nı elinin tersi ile ittiğinden dolayı milli kahraman ilan edilmişti. Bu tercihinden sonra oynanan ilk maç olan Everton karşılaşmasında fanatikler tarafından ıslıklandı ve maçın ardından Everton kulübü sözcüsü özür dilemek zorunda kaldı. Oynadığı dönemde İngiliz Milli Takımı'na çağırılacağı garanti olmamakla birlikte bütün İngiliz basını İngiltere'nin Muzzy'ye ihtiyacı olduğu düşüncesinde birleşiyordu.
Muzzy neden Türk Milli Takımını tercih ettiği sorusunu "Kendimi gerçek bir Türk gibi hissediyorum. Bu nedenle Ay-Yıldız'ı seçtim.' Nitekim, Türk vatandaşlığına geçiş işlemlerine başlanmasını da evimde minik bir parti vererek kutladım" diyerek yanıtlıyordu.
Muzzy'nin Milli Takım kariyeri Euro 2000'de 11 Haziran 2000 tarihinde oynanan ve 2-1 kaybettiğimiz İtalya maçı ile başladı ve turnuva boyunca tüm maçlarda forma giydi. Çeyrek finalde Portekiz'e elenmemizin ardından 2002 Dünya Kupası elemelerine yeni bir teknik direktör ile devam ediyorduk. Şenol Güneş, Muzzy'yi eleme grubunda oynadığımız sadece iki maça davet etti, İsveç ve Azerbaycan maçları. Muzzy, Azerbaycan maçının ardından 20 ay boyunca resmi maç görmedi ama 2002 Dünya Kupası hazırlık maçlarına davet edilmiş olması Dünya Kupası kadrosunda yer alacağının habercisiydi. Kadroya çağırıldı, bu kez turnuvanın tamamında olmasa da bazı maçlarda görev yaptı ve bronz madalyayı takanlardan biri oldu. 2004 yılında Leicester City'den Birmingham'a transfer olan Muzzy, Ersun Yanal'ın göreve gelmesi ile gözden düştü. Yanal döneminde sadece Belarus'la oynanan bir hazırlık maçına davet edildi ve 45 dakika oyunda kaldı. Böylece 11 Haziran 2000 tarihinde başladığı ve bazen unutulduğu ya da tercih edilmediği için uzun aralar vermek zorunda kaldığı Milli Takım kariyeri 18 Ağustos 2004 tarihinde toplam 8 milli maçın ardından sona ermiş oldu. Muzzy'nin içinde uhde kalan olay ise Euro 2004 elemelerinde İngiltere ile oynanan maçların aday kadrolarına çağırılmamış olmasıydı. "Premier Lig'de olmadığım için menejerin gözünden biraz uzağım ve Türkiye her mevkide alternatifi olan kaliteli oyunculardan kurulu bir takım. Bu nedenlerden dolayı çağırılmıyor olabilirim ama İngiltere'ye karşı oynamayı çok istiyorum" diyordu ama sesini duyan olmadı, unutuldu, gitti. 2006 yılında da yaşadığı sakatlığın ardından 31 yaşında futbolu bıraktı. İngiltere yerine Türkiye'yi tercih ettiğinden dolayı pişman olup olmadığını ya da Milli Takım kariyerinin sona ermesinin ardından bir daha Türkiye'de bulunup bulunmadığını bilemiyorum ama görünürde çok önemli bir tercih gibi görünen bu olayın ne Milli Takımımıza hatırı sayılır bir katkısı oldu ne de İngilizler başlarını taşlara vurdu. Sıradanlaştı ve konu kapandı.
Kültür karmaşası yaşamanın ne demek olduğunu ben de dahil, bu yazıyı okuyanların %99'u bilmiyor. Türkiye'de Almancı, Almanya'da yabancı olmak ne demektir sorusuna verebileceğimiz yanıtlar duyduklarımız ile sınırlı. O yüzden Hamit ve Halil Altıntop'un kararları ile Mesut Özil'in kararını kıyaslamak abesle iştigal etmek olur. Vatan, beynimizde milyonlarca dış etken ile oluşan ve dünya üzerinde yaşayan her bir birey için farklı anlamlar ifade eden bir kavram. Hal böyle olunca "Neden X Milli Takımını seçtin?" sorusunun "Neden domates çorbası sevmiyorsun?" sorusundan hiçbir farkı olmadığı ortaya çıkıyor ve büyük çoğunluk olarak doğru olanı yaptığımız üzere verilen her karara saygı duymaktan başka yapabileceğimiz birşey yok.

06 Şubat 2009

Gün Olur Barça da Sıkar



* Henry Kral Kupası'ndaki ilk golünü Mallorca'ya atmıştı, geleneği sürdürdü.
* Gudjohnsen Barça formasıyla 100.maçına çıktı.
* Krkiç bu sezon 3.asistini yaptı. Yaptığı 3 asisti de gole çeviren isim Henry oldu.
* 52.933 kişinin izlediği maçta Barça ve Milan'ın eski oyuncusu Demetrio Albertini de tribünlerdeydi.


Kral Kupası yarı final ilk maçını Barça 2-0 kazandı. Mallorca maçın neredeyse tamamında kaderine razı bir görüntü sergiledi. Hadi atın kaç tane atacaksanız da gidelim, zaten turu geçeceğimiz de yok, bir dolu yol geldik yorgunuz düşünceleri yüzlerinden bile okunuyordu. Barcelonalılar da pek üzmediler kendilerini. Gol gelinceye kadar olan bölümde zaman zaman Guardiola'nın gerildiği dakikalar olsa da gollerin bir zaman bir şekilde geleceği belliydi. Çok fazla asılmadıkları maçta orta sahayı da domine edemediler. Başta Yaya Toure olmak üzere bir çok top kaybı yaptılar ama takım olmanın dayanılmaz hafifliği ile birinin yaptığı hatayı bir başkası kapatmayı bildi.
Puyol ve Xavi'nin yokluğunda Iniesta kaptan olarak çıktı. Orta sahayı derleme görevine Hleb ve Gudjohnsen destek verdi. Hava yağışlı değildi, Nou Camp'ta bir zemin probleminden de söz edemeyiz, buna rağmen maç içinde 4-5 kez futbolcular kayıp düştüler, bunlardan biri de Henry idi. Henry düşmenin de bir tekniği olduğunu gösterdi düşerken ama bu düşmelerin neden kaynaklandığına anlam veremedim açıkçası.
Messi ve Etoo'nun, üzerinde "lüzumluysa alınız" yazan yedek kulübesinde bekledikleri maçta ilk gol bir genç ve bir tecrübelinin birlikteliği ile geldi. Krkiç birkaç kez kaleyi yokladı, sonunda vazgeçip kesmeye karar verdi. İki kişinin ortasında bekleyen Henry'yi iyi gördü. Henry tam istediği gibi bir kafa vuruşu yapamamış olsa da penaltıdan hallice bir enstantane ile topu ve kaleciyi ayrı köşelere yolladı.
55.dakikada oyuna Messi girinceye kadar olan bölümde alıştığımız Barcelona pas trafiği ve anlık parlayan birkaç estetik hareket haricinde izlemeye değer pek birşey yoktu. Messi'nin oyuna girmiş olması bile uykumuzu açmaya yetti, malum o oyundayken ne zaman ne olacağı belli olmaz. 35 dakikayı halı saha oyuncusu havası ile geçirdi. Aldığı hemen hemen her topta çalımı, şutu denedi. Hatta bir pozisyonda maçı anlatan Yalçın Çetin de şaşırdı, her zamanki gibi beklenmedik bir hareket yapacak zannetti "Messiiii diye başladı söze.....bbbbu kez pas verdi" diyerek bitirdi. Messi işte pas verince bu kez pas verdi oluyor. Maçın Nou Camp'ta ve rahat bir tempoda sürüyor olması da bu durumda etkendi tabii ki. Özellikle orta sahada topla buluşup hızla karşı kaleye yöneldiğinde tribünlerden yavaş yavaş yükselmeye başlayan alkış-uğultu-çığırtı karışımı ses gerçekten insanı Messt ediyor. Bu maçta bu müthiş hareketler serisini nihayete erdirememiş olsa da dediğim gibi, günümüz estetik özürlü futbolcu bolluğunda varlığı bir nimet.
Maçın finalini son Free Kick Masters yarışması şampiyonu Marquez yaptı. Yarışmayı o kazandığında çok saçma bir sonuç olduğunu düşünmüştüm. Dünyanın en iyi frikikçisi Marquez mı yani şimdi? sorumu "Dünyanın en iyisi değilim ama Barcelona gibi bir takımda frikikleri ben kullanıyorum ve böyle kullanıyorum" diyerek yanıtladı Meksikalı. Ayıp olmasın diye birşey demedim.

05 Şubat 2009

Welcome Maurice



Küçükken Dundee United taraftarı olan 3 Şubat 1981 Dundee doğumlu bir İskoç. 2000-2001 yıllarında Glasgow Rangers genç takımının kaptanlığını yaptı. 2002-2003 sezonunda çıktığı Rangers A takımında 2005 yılına kadar oynadı. 2005 yılında önce Sheffield Wednesday'e daha sonra Wolverhampton'a kiralandı. 2006-2007 sezonunu Milwall'da geçirdi ve 2007 yılından beri Viking'de görev yapıyordu.

İkinci devrede bütün parçaları değişen takımımızın son transferleri maalesef Fatih Akyel, Groningen'den Mesut Eslik, Gençlerbirliği'nden Ergün Teber ki sol bekte Cesar çok yetersiz kalıyordu, Ergün gayet yerinde bir transfer ve Maurice Ross. .
Ross ile ilgili paylaşabileceğimiz notlar :
*Norveç'te satın almak istediği bir evle ilgili başı derde girmiş. Evin ederi 4.7 Milyon Norveç Kronu (1.1 Milyon TL) imiş ama Ross'un evi bu fiyattan alacağından haberi yokmuş. Dolandırılmış yani. "İskoçya'da işler böyle yürümüyor, ben imzaladığım belgenin bir ön kontrat olduğunu zannediyordum" dediyse de evi almaktan vazgeçince tazminat ödemekten kurtulamamış.

* 2007 yılında Viking'e denenmek üzere çağırılmış. Bu dönemde bir başka Norveç takımı Fredrikstad ile oynanan hazırlık maçında Tarik Elyounoussi'yi kroşe manyağı yapmış ve oyundan atılmış. Maçtan sonra konu ile ilgili bir açıklama yapmamış. Elyounoussi "O bir Britanyalı, böyle bir hareket beklemezdim, boğazıma yapıştı ve atılmayı hak etti" demiş. Viking teknik direktörü Uwe Rosler "Denenme dönemindeki bir oyuncu olarak bizimle sözleşme imzalamak istiyorsa daha dikkatli davranması gerekir" demiş. Ross bu maçın ardından 3 maç ceza almış.
*2008 yılı Haziran ayında Viking ile Lyn Oslo arasında oynanan maçın devre arasında takım arkadaşı Danimarkalı Nicolai Stokholm ile ettiği kavgada ona küfür etmiş. Bu olayın ardından Viking'in Alman hocası Uwe Rosler Ross'u oyundan almış. Rosler maçtan sonra yaptığı açıklamada disiplinsizlik nedeniyle oyundan aldım demiş. Ross da "Bu tip olaylar bütün Avrupa'da yaşanır, biz Rangers'da iken yumruk yumruğa kavga ederdik, buna rağmen sahaya çıkıp maçı kazanırdık. Oyundan alındığım için hayal kırıklığına uğradım." demiş.
* Ekim ayında İskoç Bar Kültürü'nü özlediği için Stavanger'de bir spor-bar açmış. Norveç'te yaşayan İskoçlarla birlikte Rangers maçlarını izlemek istemesi de barı açmasındaki bir başka nedenmiş. İskoçya dışında bulunduğu dönemlerde Ada kültürüne özlem duyduğu buradan da anlaşılıyor. Umarım bu konuda bir sıkıntı yaşamayız. Ayrıca bu tip bir bar da İzmit'te açsa süper olur. Eminim Kandıralı da benimle aynı fikirdedir. Açsın, o bardan çıkarsak adam değiliz.

* Bu sezon oynadığı maçlarda bir sarı, bir kırmızı kartı var. 14 maçın 10 tanesinde 90 dakika forma giymiş. Son iki maçında sonradan oyuna girmiş ve son oynadığı maç 2 Kasım 2008 tarihinde oynanan Godset maçı. Ross da bu sezonki diğer transferlerimiz gibi futbola biraz soğumuş.
* İskoçlar ona kısaca "Mo" diyorlar.
* 16 Mayıs 2002 tarihinde Güney Kore'nin İskoçya'yı 4-1 yendiği özel maç ile Milli olmuş.  O dönem İskoçya'nın başında Berti Vogts bulunuyormuş.
* Ross'un da ilk onbirde görev yaptığı bir Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu maçında İskoçya Faroe Adaları ile 2-2 berabere kalmış. Hem de Faroe Adaları 2-0 öne geçmiş. İskoçya 83.dakikada Ferguson'un golü ile durumu 2-2 ye getirebilmiş.
* Oynadığı İngiltere Ligi ve uluslararası maçların istatistikleri aşağıdaki gibi.


Related Posts with Thumbnails