31 Aralık 2008

Mutlu Yıllar, Nice Yıllara, İyi Seneler, Merry Christmas, Yılbaşınız Ziyade Ola...


Başlıktan abartılı bir girişle olumsuz havayı dağıtayım dedim. Hep aynı şeyi yapıyorum. Sinirlenip, duruluyorum, dalgalandım da duruldum tadında bir hayat sürüyorum. Zaten iş, güç, sinir, stres var. Yeri geliyor bırakın yazmayı okumaya bile üşenir hale geliyorum. Aman neyse işte bu hayatın derdi bitmez kardeşim. Yolu blogdan geçen herkese iyi seneler dileyip, bokunu çıkarmamak kaydıyla yılbaşı alkolümü almak üzere ufak ufak yol alırım.
Bu arada, bugünlerde iyi kar yağıyor buralara. Kar yağarken araç kullanmak ya da kar altında çalışmak zorunda olmak keyifli değil ama bu beyaz örtü ne anlamlar ifade edebildiğini kendisi bile bilmiyor. Gökten düşen beyazlığı seviyorum, ne şekilde olursa olsun, ne durumda olursam olayım...

29 Aralık 2008

Kanla Beslenen Topraklar



ABD ve İsrail. Coğrafi olarak farklı yerlerde olsalar da İsrail'in kurulduğu günden beri iki farklı ülke gibi davranmadılar. İsrail ne yapsa ABD "onaylandı" dedi. ABD Başkanı kim olursa olsun sonuç değişmedi. Nasıl değişecekti ki? Başkan olabilmek için ABD'de hatırı sayılır bir etkinliği olan Musevi lobisine ihtiyacı vardı. Sayısı ve çeşidi belli olmayan silah üretiminden başlayan etkinlik, Dan Brown'un Da Vinci Şifresi kitabında yazdıklarına benzer şekilde akla hayale sığmayan kör noktalara ulaşıyor, 2.Dünya Savaşı'nda Hitler'in yaptığı soykırımı unutmayan Museviler, yaşadıklarına benzer acıları başka insanlara yaşatmakta bir sakınca görmüyorlardı. Her türlü ambargo ve kısıtlama ile yaşamaya alışmış Filistin halkı hem bu yapılanlara tepki vermek hem de dini nedenlerle Musevilerden nefret etmeye programlandığı için otomatik terör üretim merkezi haline dönüşmüştü. Örgütler yandaş bulmakta zorlanmıyordu. Tepki yoksa herkes yandaştır diyen İsrail de bu dengesiz güç savaşında uçakları ile sivilleri vurmakta zorlanmıyordu. Bu yaşananlar yeni değil, ilk değil, son değil. Bu kez bu kadar ilgi çekmesinin tek nedeni bizim için yanyana dizilmiş rakamlardan başka bir anlam ifade etmeyen ve her geçen dakika durmaksızın artan, artmaya devam edecek olan ölü sayıları. İsrail çocukları öldürmek hakkımızdır, Hamas canlı bombalara hazırlıklı olun diyor. Biri diğerine tokat attığında altta kalmamak için tokat atana canhıraş bir şekilde vurmaya çalışan ilkokul çocukları gibi "Kim daha çok öldürecek?" oynuyorlar. Bilinçaltı herşeyin önüne geçtiğinde insan çocuklaşıyor hatta bu örnekte gördüğümüz gibi daha da ileri gidiyor, hayvanlaşıyor. Orada doğmuş olmaktan başka suçu olmayan, dünyayı bilmeyen, tanımayan, olup bitene anlam veremeyen çocuklar düşman ilan ediliyor. Orta doğu'da kan akmaya devam ediyor. Kudüs ve çevresi kendi kaderini kendisi yazıyor. Dini inançları gereği ağlama duvarına gidip gözyaşı dökenlerin yaptıkları aklı hür vicdanı hür bütün dünya insanlarının aynı tepkiyi vermesini sağlıyor. İsrail vuruyor, dünya ağlıyor...
Bu fotoğrafı özellikle seçtim. Gazze saldırılarında bir yakınını kaybetmiş baba, kucağında yavrusuyla bazı acılara alışılamayacağını resmediyor. Bu görüntü ilk görüldüğünde "Filistin" kelimesini hatırlatan fotoğraflardan sadece bir tanesi. Fotoğrafın ilginç yanı ise babanın taktığı berede gizli. Babanın beresinde "Nike" amblemi var. Gerçektir veya değildir, hiç önemli değil. Nike. ABD varlığını her saniye, bütün dünyada, herkese hatırlatan yüzlerce markadan sadece biri. ABD destekli bombalar tepesine yağdığı ve yakınlarını katlettiğinden dolayı, babanın ABD varlığını hatırlaması için "Nike" amblemli bir bereye ihtiyacı yok aslında. Artık dünya böyle, başım üşümesin diye taktığımız berenin bedeli aynı başımıza bomba olarak her an düşebilir. Hepimizde vardır ya da olmuştur bir "Nike". Bende de var. Bu gibi durumlarda hortlayan ABD ürünlerini protesto edelim, McDonalds'a gitmeyelim, Microsoft Windows almayalım, Linux kuralım gibi tepkileri de gerçekçi bulmam. Bomba yağdıran kültürlerle beslenmedik, beslenmiyoruz diyen yalan söyler. Biz besliyoruz diye mi büyürler bilemem, bildiğim, fani ömrümüz bu tip ikilemler ile başkalarının ölümlerini izleyerek geçmekte. Her izlediğimizde de içimizde can çekişen, kupkuru kalmış insanlığımızdan kalan son artıkları da alıp götürmekte. Sezen Aksu bu yüzden Sezen Aksu.
Eller günahkar, diller günahkar...
Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkar...
MASUM DEĞİLİZ; HİÇBİRİMİZ!!!

28 Aralık 2008

2008'in En İyi Onbir(ler)i

Ben demiyorum. L'equipe diyor. Daha doğrusu ilk resimdeki onbiri L'equipe yazarları, ikinci resimdeki onbiri ise gazetenin sitesine girip oy kullanan ve doğal olarak çoğu Fransızlardan oluşan futbol meraklıları diyor.

L'Equipe Yazarları Kadrosu


İnternet Oylaması Kadrosu

Kadrolara bakınca ilk aklıma gelen isim Maicon oldu. Onun dışında Agüero, Senna ve Iniesta kafamdaki ampulü anında yakan diğer üç isim. Takıma Fransız oyuncu almaya kendilerinin bile eli gitmemiş. Ribery'ye lafımız olmaz da Evra biraz torpilli gibi sanki. Besbelli ki Kaka artık "sahada olsun yeter" futbolcularından. Casillas özellikle Euro 2008'in ardından Buffon'u unutturmuş. Ronaldo da adının kullanım hakkını Brezilyalı'dan tamamen almış gibi görünüyor, orta sahanın ilerisinde bir yere sıkıştırılıyor illa ki. Bir de Vidic-Terry değişikliği dikkat çekiyor. Pek sürpriz bir kadro sayılmaz. İspanya, Barça ve Manu damgalı Sezar'ın hakkı Sezar'a kadroları.
UEFA'nın en iyi onbir oylaması ise henüz sonuçlanmadı. Milli Takım'ın Euro 2008 başarısının artçı şokları sürüyor. Oylamada Hamit, Aurelio ve Fatih Terim de adaylar arasında yer bulmuş. Aşağıdaki de benim 2008 yılı onbirim.

Beynimdeki değil gönlümdeki dream team olduğunun farkındayım. Zhirkov'a biraz kıyak yaptım. Hamit ve Aurelio torpilli, Fatih Terim değil. Hamit için Ronaldo'yu, Aurelio için Xavi'yi kestim, iyi ettim. Lampard'ın yerine Arshavin olabilir, saygı duyarım. Ribery olmazsa olmaz. Messi'yi yazmaya gerek yok. Del Piero bu yaşında bu listede yer buluyorsa kadroya almamak hem ayıp hem günahtır. Sir Ferguson'un yeri ayrıdır, en azından Terim'den daha fazla sempati beslediğimi söyleyebilirim. Bu oylama da ocak ayında nihayete erecek.
Bu arada günün birinde aklı evvelin biri karşınıza geçip "Futbolda dün var mıdır?" diye sorarsa ona 2001 yılının Team of the Year kadrosunu gösterin, Cosmin Contra'yı kadroda gördüğünde aklı başına gelecektir. Hey gidi Alaves...


2002 yılını yad etmeden geçmek olmaz. Ülkemizde hala bir Allah'ın kuluna yaranamayan iki isim bütün dünyadaki futbolseverlere "Turk" kelimesini kullandırmaya devam ediyor.

Goalkeeper&Coach


25 Aralık 2008

Kısır Döngü #1 / Bar Tuvaleti


2. ya da 3. biranın ardından gelen ihtiyacı gidermek üzere yola çıkılır,
Hiç anlamam, bu kadar çok sıvı tüketilen yerlerde neden bu kadar az tuvalet olur?
Arka planda içerdeyken kafa şişiren müzik sesi uzaktan hoş gelir, kafa biraz bulutlu,
İhtiyacın giderilmesi ile kana karışan mutluluk hormonu endorfin,
Açılan bölüm hiç içmemişçesine yeniden doldurulur,
Muhabbet, geyik, hoşsohbet, kafa güzel, dünya güzel,
Duruma göre değişen tek şey, o gece nerede ve nasıl son bulur?
2 ve 3'ün katları kadeh sayısı hikaye de dünya da döner durur...

Kocaelispor Resmi Dergisi


Herşeyi eline yüzüne bulaştıran mevcut yönetim döneminde yapılan en güzel hareket buydu. Aylık düzene geçilememiş olsa da, henüz kalite düzeyi üst seviyelerde olmasa da, gerektiği kadar satış yapılamıyor ve reklam alınamıyor olsa da kulübümüze ait bir resmi derginin yola koyulmuş olması bizler adına çok sevindirici. Henüz emekleme dönemindeki derginin artıları da var eksileri de. Henüz almamış Körfezli arkadaşlara fikir vermesi açısından söyleyebileceklerim;
- Maç analizleri var ama bence derginin henüz aylık düzene geçemediği şu dönemde gereksiz. Analizler Eskişehirspor maçı ile başlıyor, ben unuttum bile o maçı. Bu tip şeylerin güncel olması gerekir.
- Tarih bölümü derginin en güzel bölümü. Bizim görme şerefine nail olamadığımız 71-72 sezonundan resimler ve gazete kupürleri bulunuyor. Fotoğrafları amcalara gösterip "Arap Samim, Müjdat, Kamil, Kaptan Mahir..." diye saymalarını izlemek çok keyifli ama tabii sohbetin gidişatı hep aynı; "O zaman ki kadro müthişti...Bu yönetimle de bu iş olmaz kardeşim"...
Bizim yaş grubumuzun hatırlayabileceği nostaljik fotoğraflar da var, bu konuda daha fazla tüyo vermeyeyim ama dergiden yeni öğrendiğim ilginç bir durumu paylaşayım. 1993-1994 sezonunda tarihimizde ilk defa UEFA Kupası'na katılıp ilk turda Sporting Lisbon'a 0-0 ve 2-0 skorları ile elenmiştik. O tarihteki Lisbon kadrosunda Luis Figo da bulunuyormuş. Benim dikkatimi çekmemişti, yeni öğrendim, neden elendiğimizi de anlamış oldum. O dönemden aklımda kalan olaylardan biri Lisbon'lu Kadett adında bir oyuncu vardı, bize de gol atmıştı, sonraları adını pek duymadım, bir diğeri ikinci maçta Ümit'e kırmızı kart gösterilmesine vesile olan yan hakem Allahından bulsun, sonuncusu da şimdilerde durulmuş olan ama o dönem deli zamanlarında attığında mangalda kül bırakmayan Güvenç Kurtar hocamızın ikinci maç öncesi bir TV programında söyledikleri;
"Orada da kalenin boyu, sahanın boyu, topun ağırlığı aynı, burada yenemediysek orada yeneriz, bizim için deplasman diye birşey yok, turu geçeceğiz!". "Benim oyuncularım 90 dakikanın ardından bir 45 dakika daha çok rahat oynar" diyen bir hoca için çok da ilginç açıklamalar değil aslında. O dönemki takımın hocası olsam ben de böyle rahat konuşurdum herhalde diyerek -en azından o dönem için- hakkını teslim etmeliyim.
- Röportaj yapılan futbolcular iyi seçilmiş. Kadrodaki futbolcuların da çoğuna artık sempati besleyemiyoruz. Berkay, Mehmet Öztonga ve Hamza yerine Musa Büyük, Murat Hacıoğlu ve Serhat Akın röportajı yayınlandığını düşünemiyorum :S
- Kulüp yöneticileri ve çalışanları ile de röportajlar var. Yönetici değil ama çalışanlarla yapılan röportajlar gayet güzel.
- Altyapı ile ilgili haberler ulaşmamız çok kolay olmayan bilgiler. O yüzden özellikle bu bölüm çok faydalı ve gerekli.

Kısaca böyle, derginin fiyatı 4 YTL, sitede ayrıntılı bilgi mevcut. Dergi almaya değer ve küçük de olsa kulübümüze bir katkı sağlayabiliyoruz. O yüzden lütfen alalım, aldıralım. Dergiyi hazırlayan Can Vatansever ve ekibine tebrikler ve başarılar. Umarım dergimiz zaman içinde daha da güzel bir şekil alır.

23 Aralık 2008

Bucaladılar Beyinleri!


Son zamanlarda iyice araştırmadan, en azından birkaç yere acaba yazılmış mı? diye bakmadan post girmediğimi fark ettim. Bunun sonucunda aslında zaman buluyor olsam da girdiğim post sayısındaki azlık bir kez daha canımı sıkar oldu. Takip ettiğim diğer bloglarla birlikte kendi bloguma döndüğümde aynı başlığı defalarca görmek benim bile birkaç seferden fazla geri dönmememe neden oluyor. Sonuçta laf olsun diye post girmenin anlamı yok ama aklımdan burada paylaşabileceğim birçok şey geçerken bunları yazıya dökmeye üşenmek de kendime yakıştırabildiğim bir hareket değil. Bu üşengeçlik yoğun iş temposunun getirdiği yorgunluktan da kaynaklanıyor olabilir. Yine de bir süreliğine, daha az düşünüp, çok fazla hakim olmasam da sadece canım istiyor diye post girmek istiyorum. Aslında bunun temel nedeni ayrıntılar konusunda gereğinden fazla hassas olmamdan kaynaklanıyor. "Yahu arkadaşım boşver şimdi onu!" lafını çok duyuyor olsam da huylu huyundan vazgeçemiyor ve bu blogu da ayrıntı deliliğimin yansımalarından biri olarak görüyorum.
10 yıllık İzmir maceramın ardından işle ilgili durumlardan dolayı 2 aydır İzmitteyim. 1 yıl Alsancak, 9 yıl da Buca'da yaşadığım İzmir'de Kocaelispor'un deplasmana geldiği Altay, Karşıyaka, İzmirspor gibi maçların haricinde tek bir maça gitmişliğim yok. İnsan elindekinin değerini kaybedince anlar misali şimdi düşündüğümde futbolu bu kadar seviyor olmama rağmen neden bu kadar ilgisiz kaldığıma pek anlam verebiliyor değilim. Alsancak'ta Alsancak Stadı'na, Buca'da Buca Stadı'na yürüme mesafesinde oturmaktaydık hatta orada olduğum dönemde Fenerbahçe ile bir hazırlık maçı oynamak üzere Juventus bile İzmir'e geldi. Be adam merak et de git bir izle Nedved'i, Del Piero'yu! Şehir dışına çıkma şansım çok fazla olmayan ve Körfezimizin tepe taklak gittiği bu dönemde bu tip üst düzey takımları izleme şansım bir süre daha olmayacak. Okay Karacan NTV'de iken programlarından birinde Gaziantepspor-Roma maçlarından bahsetmişti. Yanında kim vardı tam hatırlayamıyorum, Murat Kosova olabilir. Bu maçların Gaziantep ayağından bahsederken tribünlerin boşluğuna ve maça olan ilgisizliğe dikkat çekiyordu. "Sonuçta futbolu çok seven bir milletiz ama Roma ayağınıza kadar gelmiş, insanlar acaba bu Totti neye benziyor diye hiç mi merak etmezler? Her hafta gelmiyor ki!" diyordu Karacan. Benimki de o hesap. Kendimi bildim bileli futbol hayatımın en önemli parçalarından birisiydi ama her zaman bu kadar bilinçli olduğumu söyleyemem. Diğer İzmir takımlarının maçlarını neden izlemediğimi düşününce de kendi desteklediğim takımı izleyemiyorum, başkalarını izlesem ne olacak? tarzı bir düşüncem olduğunu zannediyorum, bir nevi kadere isyan durumu diyebiliriz ama Bucaspor'un maçları olan günler stadın önünden geçerken içeriden duyduğum coşkulu tezahüratlara ve pozitif havaya özenmiyordum desem yalan olur.

Forbes Köşkü


Bilmeyenler için açıklayayım. Buca, hakkında çok güzel hikayeler olan, zamanında insanların kafalarını dinlemek için ikinci evlerini bulundurdukları, rakımı diğer semtlere göre biraz daha yüksek ve günümüzde 9 Eylül Üniversitesi'ne ev sahipliği yapması dışında çok da fazla sosyal imkan barındırmayan bir İzmir semti. Yazılı olarak bir yerde görmemiş olsam da, orada yaşarken yaşı kemale ermiş amca ve teyzelerden duyduğum birkaç küçük anektod var.
Bunlardan biri Kurtuluş Savaşı döneminde, savaşın bitmesinin hemen ardından Rumların kaçması ile ilgili. Semtte evleri olan Rumlar savaşın sonlanmasının hemen ardından birer birer evlerini terk etmişler. Geriye kalan Türkler de imkansızlıkların hat safhaya ulaştığı o günlerde onların terk ettikleri evlere girip sahiplenmişler. Kanun nizam olmayan bir dönemde boş bulduğu eve dalanlar ev sahibi olmuşlar yani.
Bir başkası Buca Köprüsü ile ilgili. İzmir'in troleybüs dönemi ben gittiğimde çoktan nihayete ermişti. Troleybüslerin çalıştığı dönemlerde elektrik kesildiği için taşıtların yolda kalması gibi olayları tüm İzmirliler bilir. Buca'dan diğer semtlere çalışan troleybüsler Buca Köprüsü'nden geçmeden önce durup bütün yolcuları indirirlermiş çünkü şöförler (troleybüs kullanan kimseye ne ad verilir bilemedim, isteyen pilot veya kaptan da diyebilir) köprünün troleybüsün yolculu ağırlığını taşıyamayacağından endişe ederlermiş. Bütün yolcular inip var güçleriyle köprünün diğer ucuna koşarlar, özellikle oraya kadar oturarak gelenler tekrar oturacak yer bulma telaşına girerlermiş. Herkesin binmesi ile de troleybüs tekrar hareket edermiş.
Sonuncu hikaye de Buca'nın arka caddesi olarak tanımlayabileceğimiz Forbes ile ilgili. Osmanlı döneminde ticaretle uğraşan hristiyan azınlıklar "Levanten" olarak tanımlanıyor. Ege Bölgesinde yaşamış en ünlü levanten ailelerden biri de Forbes ailesi. Hali hazırda Buca'da tarihi bir köşkü bulunan Forbes ailesi döneminin en zengin ailelerinden biriymiş. Mr.Forbes (ailenin babası olsa gerek, bu hikaye -aslında hikaye değil yaşanmışlık- da 9 Eylül Üniversitesinde bir öğretmenimizden yadigardır) Buca'da bulunan onlarca dönümlük üzüm bağlarını işler ve özellikle yurt dışına satarmış. Buca'da hala bulunan ve yakın zamanda metro hattına dönüştürülecek olan tren yolunu da bizzat kendisi Buca'ya kadar getirmiş ve üzümlerini bu yolla Alsancak Limanı'na kadar ulaştırıyormuş. Bu hat sonraları yolcu taşımacılığı için de kullanılmış ve Aydın'a kadar uzanmış. Bugün 9 Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi içinde bulunan dekanlık binası da Forbes ailesinin evlerinden biriymiş. Tabii tarihçi olmaktan bilmem kaç ışık yılı uzağım, bilgi sahibi olan rahatlıkla çürütebilir de ama benim duyduğum bu dekanlık binasının Forbes ailesine ait olduğu, başka kaynaklarda ise Rees Ailesine ait olduğu ve adının Rees Köşkü olduğu belirtiliyor. Bu belirsizliğin ortadan kalkması için yetkilileri göreve davet ediyorum ya da etmiyorum ben hocama inanırım. Forbes ailesi ülkeyi terk ettikten sonra da (Tam tarihini bilemiyorum) anılarına ve Buca'ya kattıklarına saygı duyularak bu caddeye onların adı verilmiş. Bu ailenin temsilcileri halen ABD'de yaşamaya devam ediyorlarmış.
Yine rahat duramayıp Buca Belediyesi web sitesinden edindiğim bilgiye göre Şirinyer Hipodromu'nun tarihi de bölgede levanten nüfusun yoğun olduğu günlere denk geliyor ve sitede şu şekilde açıklanıyor;
"Tren yoluyla bağlantılı olarak bir başka gelişmede 1856 Paradiso(Şirinyer)-Buca arasındaki bir düzlükte, Bornovalı Whittall ve Bucalı Rees ailelerinin öncülüğünde yaptırılan at koşusu alanındaki yarışların, tren yolunun yapımından sonra muntazam olarak başlatılmasıdır. Atlara meraklı Sultan Abdülaziz Mısır' a yaptığı geziden dönüşünde İzmir e uğramış ve 24 Nisan 1863 te Buca ya gelerek at yarışlarını seyretmiştir. Hristiyan toplumun bu dönemdeki etkinliğini gösteren bir olay da Devlet Başkanının bu gezisinde İzmir de kaldığı üç geceden ikisini Bornova da Charleton Whittall adlı İngiliz ailesinin malikanesinde, birini de Buca da Dimonstanis Baltacı adlı Rum ailesinin malikanesinde geçirmiş olmasıdır."

Tarih dersimizin ardından tekrar beden eğitimine dönelim ve sözü Bucaspor'a getirelim. Vakti zamanında Buca'ya yapılmakta olan yeni stad ile ilgili birşeyler yazmıştık. Stadın yapımı sürüyor, Bucaspor da yeni stada yeni lig yakışır felsefesi ile uçar ayak devam ediyor yoluna. Teknik direktör Kemal Kılıç genç oyuncular ile tecrübelileri çok güzel harmanlamış ve bulunduğu ligin üzerinde bir takım çıkmış ortaya. Ankaragücü'nde iken özellikle serbest vuruşlarından hatırladığımız Yılmaz Özlem gibi tecrübeli oyuncuların yanında, Ümit Milli Takım Kampı'na davet edilen 20 yaşındaki orta saha Bekir Yılmaz, bir başka orta saha 22 yaşındaki Ozan İpek, geçtiğimiz yıl Altay'dan hatırladığımız yine 22 yaşındaki 1.95'lik forvet Mehmet Batdal gibi isimler Bucaspor'a güzel günler gösterecek gibi görünüyor. Son haftalarda yedek ağırlıklı kadrolarla sahaya çıkıyor olmalarına rağmen şu anda 19 maçta 45 puan toplamış durumdalar ve en yakın takım Tarsus İdman Yurdu'nun 10 puan önünde klasman gruplarına kalmayı garantilediler. Bu gidiş devam ederse Buca'nın Bank Asya'ya çıkmaması için hiçbir neden yok hatta Körfez Belediyespor ile birlikte Bucaspor Bank Asya'ya çıksa şahsım adına çok sevindirici bir olay olur. Kemal Kılıç tek hedefinin şampiyonluk olduğunu ve şimdilik bir takviyeye ihtiyaç duymadıklarını söylüyor. Buca'nın performansı Ege ve Akdeniz takımları ağırlıklı grupta çok dikkat çekici olsa da aynı tempoyu bir üst aşamada sürdürüp sürdüremeyeceklerini zaman gösterecek. Alt yapı zenginliği sayesinde istediği çıkışı yakalayabilirse devamını getirebileceklerini düşünüyorum, umarım yanılmam.
Bu arada başlık Bucasporluların maçta kale arkasına astıkları bir pankarttan alıntı. Benim çok hoşuma gitti. Maç görüntülerinde dikkatimi çektikten sonra Tribün Dergi'den bir fotosunu bulup çalma şansım da oldu.


Bucaladık Beyinleri!

22 Aralık 2008

Sayın Beckham, Neden Milan?


Yanıtı olmayan ya da yanıtlanması abesle iştigal olacak sorular vardır ama siyasetçiler, sanatçılar, sporcular gibi göz önünde olan insanlar kendilerini her halta yanıt vermek zorunda hissederler. Kendilerince haklılar  mutlaka, sonuçta yaptıkları her hareket söyledikleri her söz bazılarının hoşuna gittiği gibi bazılarını da rahatsız eder.
Bunun son örneği, Beckham'a sorulan "Neden Milan'ı tercih ettiniz?" sorusu. Sorunun kabul edilebilir tek yanı, içerdiği "2,5 ayda kuş mu konduracaksın?" alt mesajı olabilir. 33 yaşında popülaritesini yıllar önce futbolundan alıp karizmasına aktarmış bir adam. Henüz futbol hayatı bitmemiş iken adı geçen bir sinema filmi bile yapıldı. Futbola daha yakın olduğu dönemlerde Yunanistan'a son dakikada attığı gol ile İngiltere'nin 2002 Dünya Kupası'na direk katılmasını sağlayışı hala hafızalarımızda. Manu'da iken futbol adına en güzel günlerini yaşadı. Real'de de fena sayılmazdı aslında, bir şampiyonluk da orada gördü ve sonbahar zamanı yaklaştığında -belki eşi muhterem Victoria hanımefendinin de baskısıyla- sanatçı dostlarına daha yakın olmak istedi ve ABD futbolu için rekor bir ücret karşılığında LA Galaxy'ye gitti. Orada ne yaptı ne yapmadı bilmiyorum, umrumda da değil. Tekrar "futbol" gündemimize gelmesi de eski kıtaya dönüş yapması ile gerçekleşti ve hayati soru soruldu; "Sayın Beckham, neden Milan?"
Sorunun yanıtı gayet basit. Beckham'ın Galaxy formasıyla Milli Takım'a çağırılmışlığı olsa da İngiltere'nin geçtiğimiz yıl yaşadığı Hırvatistan faciasının ardından yeni bir faciaya sabrı yok. Capello da bunun farkında ve adımlarını çok dikkatli atıyor. Yaş tahtaya basmamak için de en formda isimleri kadroya çağırıyor ve kadro istikrarı sağlama gayretinde. Bunların üstüne sağ tarafta Walcott gibi bir hız dengesizi olunca Beckham'ın kadroya girme şansı iyice azalıyor. Olaya Beckham tarafından bakınca, Milli Takım olayına bu kadar önem veriyor olmasının nedeni Bobby Moore'un 108 maçlık rekorunu geçmek istiyor olması. 107'yi buldu, 2 kaldı. Bu durumun herkes farkında ama dedik ya bir açıklama yapmak mecburiyetinde ve söylediği herşey alabildiğine politik, alabildiğine riyakar, alabildiğine çelişkili.

"Üst düzey futbol oynamayı özlediğimi her zaman söylüyorum...."
"ABD'de üst düzey futbol yok demiyorum, bu mutlaka olacak ama zaman alacak. 5 aylık sezon arası çok fazla, bana göre değil"
"Capello'nun nasıl çalıştığını biliyorum. Yeterince iyiyseniz ve yeterince sıkı çalışıyorsanız takıma girersiniz. Nerede oynuyor olduğunuzun bir önemi olmaz."
Öte yandan; "Burada çok iyi oyuncular yedekte bekleyebiliyor. Ben de ilk günden onbirde başlamayı beklemiyorum. Antrenmanlarda çok sıkı çalışacağım. Fiziksel olarak düzelmeye ihtiyacım var. Oynayacak duruma geldiğimde umuyorum zaman alırım ve takıma yardımcı olurum."
Topu topu 2,5 ayda ne kadar düzelir, ne seviyeye gelir? Bilinmez. Capello'nun açıklaması da gayet net.
"Beckham'ın rekoru beni ilgilendirmiyor. Ben maçı kazanmak için kadro kurarım, rekor için değil."
Olaya üçüncü müdahili Milan cephesinden bakarsak orada da politik bir düşünce söz konusu. Milan'ın hali hazırda eksik olarak nitelendirebileceğimiz tek adamı Gattuso. Bir ön libero transferi olsa anlam verebiliriz ama zaten bu kiralamanın saha içi ile pek ilgisi yok. Amaç, kötü giden takımda biraz dikkat dağıtmak biraz biz daha bitmedik mesajı vermek ve Galliani ile Berlusconi'nin çok sevdiği hareket tarzıyla sansasyon yaratmak. Beckham'ı aldık, naber?
2,5 aylık kiralama saçmalığının hiçbir anlam ifade etmeyeceğinin de farkındalar pek tabii ama kurt adam Galliani ona da bir kulp bulmuş; "Umarım Beckham unutulmaz bir iz bırakır. Gelecek yıl için tekrar bir sözleşme önerebiliriz, belki de daha uzun bir süreliğine!"

Bu karikatür de yanıtsız sorular soranlara gelsin.



21 Aralık 2008

Vertical Horizon - Good Bye Again


I'm on the outside, looking in
What do I see?
So much of this left to begin
Where would I be?
Out on the outside, looking in
Cover me through this night

Guess I don't know what's, left to say
But hear me out
All of the dreams of, yesterday
Keep breaking me down
What's on the outside, can you say
Or am I getting carried away

It's in your mind
It's in your eyes
So it's goodbye again
It's way past time
For one last try
So it's goodbye again
Goodbye... again

I'm getting on, but what's the use
You know how I get
I can't decide which is the truth
At least not yet
I got the feeling, that it's you
What can be said, alone in this room
No...

It's in your mind
It's in your eyes
So it's goodbye again
It's way past time
For one last try
So it's goodbye again

Who wants you now?
Maybe somebody else
I'll wait around
Maybe you'll forget you were ever here
Maybe forget you were ever, never here

I'm on the outside, looking down
What do I see?
So much of this cold, in the ground
Where would i be?
I'm on the outside, looking down
Cover me before you go

It's in your mind
It's in your eyes
So it's goodbye again
It's way past time
For one last try
So it's goodbye again

Your falling out,
I'm falling in
So it's goodbye again
It's way past time
For one last try
So it's goodbye... again
So it's goodbye again


Video

2008 Biterken...

2008 yılında atılan şık gollerin bir bölümünden oluşan iki video. Benim favorim 2.videoda Lampard'ın sol ayağıyla topu uzak köşeye bıraktığı gol.









2008'in sportif olaylarında yakalanmış en iyi pozlardan bir demet.



Japon yüzücü Daiki Masuda, Bali/Endonezya'da triatlonun yüzme etabı sırasında. (2008 Asya Sahil Oyunları)



Sanur kumsalında Endonezya-Tayland "Sepak Takraw" maçı. Ayak voleybolu diyebiliriz ama biraz daha estetiği. File bizim antrenmanlarda gördüğümüzden biraz daha yüksek ve rövaşeta üzerine kurulu bir spor. Topun çevresi 40 cm ve 170-190 gr ağırlığında. Tayland'da 18 ülkeden oluşan Uluslararası bir Sepak Takraw ligi de var. 500 yıl önce Malezya'da ortaya çıkmış. Böylesi egzantrik bir spor dalı da ancak Asya'dan çıkardı.  "Sepak" Malayca vuruş, "takraw" da Tayca top anlamına geliyor. Burada bir videosu mevcut.



Bali'de Umman-Birleşik Arap Emirlikleri kumsal (plaj demek manasız geliyor) futbolu maçı.



İnanması zor ama arkadaşlarımızın hepsi 60 kg ağırlığında. Bu foto da 2008 Asya Sahil Oyunları'nın vücut geliştirme yarışmasından.



Aynı oyunların yamaç paraşütü ayağı.



Fin kayakçı Harri Olli uçarkene.



Usain Bolt'un kastığı nadir anlardan biri.



Kızılyıldız-Mladost Lucani maçı. Meşalenin görüntü olarak güzelliği olsa da bu şartlarda ne maç izlenebilir ne de nefes alınabilir.



Tour de France 5.etabı Chateauroux'da bir bayan, bisikletçilere "Erkekseniz atla gelin" diyor.



Barcelona'daki performansına dönememiş olsa da izlemeye doyulamayacak adam Ronaldinho, San Siro'da böyle karşılanmıştı.



Bu arada Beckham da Milano'ya vardı, onu da araya sıkıştıralım.



Berlin'deki ağır siklet boks şampiyonasında Ukrayna'lı Vitali Klitschko, Nijerya'lı Samuel Peter'a anti-estetik operasyon yapıyor.



Visegrad/Bosna'da Drina nehrine 14 metreden atlayış.



Ve kapanış. Arjantin'de Boca altyapısına yeni Riquelme'ler yetişmeye devam ediyor.

Kifayetsiz Kelimeler, Boşa Giden Hayaller


İstanbul'u ayrı tutarsak Türkiye'nin maddi güç merkezi bir şehir. Nüfus almış başını gitmiş. Artık ne gelen belli ne giden. Zaman yıpratmış, eski havası yok. Her yeri işyeri her yeri şantiye her yeri fabrika. Herkes çalışıyormuş, kriz olmazsa iş bulunurmuş. Gebze, İstanbul'a yakınlığı sayesinde daha bir gelişmiş. Organize Sanayi Bölgesi'nin ucu bucağı yokmuş. Küçük Japonya gibiymiş. Dar bir yüzölçüm üzerinde her yer yaşam alanıymış. Herşeyin bir bedeli var. Dilovası, fabrikaların bıraktığı yoğun dumanlar yüzünden Türkiye'nin kansere yakalanma oranı en fazla olan yeriymiş. İnsanlar çalışırlarmış. Mutluyuz, mutsuzuz diye fazla düşünmezlermiş. Sürekli gelişme halindeymiş. TÜBİTAK'ın araştırma merkezi de buradaymış, TÜPRAŞ'ın rafinerisi de. Depremi de varmış. Her yönden Japonya'yı andırırmış. Çalışan insanların önemsediği manevi değerler varmış. Şehrin eski adı Nicomedia'ya bile sahip çıkarlarmış. Fethiye Caddesi'nin yeri ayrıymış. Saat Kulesi tarihi simgelermiş. "İçinden tren geçen şehir" demişler. Tren yolu kalkmış, yürüyüş yolu olmuş, kuşlara da gün doğmuş. Pislemişler her gün havayı kirletenlerin üzerine. Bir varmış bir yokmuş, bir de Kocaelispor varmış. 1966 yılında kurulmuş, 80'lerin bir bölümü ve 90'lı yıllarda pek şatafatlıymış. 5.Büyük diye başlıklar atılırmış. Avrupa'lara gitmiş, bir dolu oyuncu yetiştirmiş, almış, satmış. Günlerden bir gün Belediye Başkanı sırtlamış takımı. Belediye'nin tüm imkanlarını Kocaelispor için kullanmış, kimse de itiraz etmemiş. Dedik ya bu şehrin insanlarının manevi değerleri varmış. Sonra deprem olmuş. Kocaelispor'a "İsterseniz ligden çekilip seneye devam edebilirsiniz" denmiş. Başkan beğenmemiş bu teklifi "Kocaelispor şehrin en önemli moral kaynağıdır, ligden çekilmeyeceğiz" demiş. Körfez çekilmemiş ama futbolcular teker teker çekilmiş. Elde kalanlar yetmemiş, düşüş başlamış. Bu zor dönemlerde bile araya bir Türkiye Kupası sıkışmış. Hem de Beşiktaş 4-0 yenilerek alınmış bu kupa. Hemşehrilerine Kocaelispor marifetiyle güzel günler yaşatan Başkan bir gün sessiz sedasız gitmiş. Arkasında hem Kocaelispor hem belediye için altından kalkılması zor bir yük bırakmış. Yıl 2003 olmuş. Dibe vurulmuş, küme düşülmüş. 5 yıl kalınan bir alt ligin adı boyuna değişmiş ama Körfez'in kaderi değişmemiş, ta ki 2008 yılına kadar. Bu şehrin en önemli moral kaynağı günlerden bir gün sahipsiz kalmış, yönetim alışkanlıklarından mıdır yoksa yeterince rant sağlanamadığından mıdır bilinmez kimse yüzüne bakmaz olmuş. 32 yaşında bir adam çıkmış sahneye. "Kimse yoksa ben varım" demiş. Sözünde durmuş. Körfez Süper Lig'e çıkmış. Başkan kendi kendine "Benim işim bu kadar. En kötü küme düşeriz, zaten ben çıkardım, ben düşürürüm" demiş. Ondan başka hiç kimse birşey bilmez sanıyormuş. Aldanmış. Kaliteli adamları ucuza onun yerine bulan Kayhan Çubuklu'yu Eskişehirspor galibiyeti sonrası kovmuş. Çubuklu otobüste ağlarken görülmüş, böyle bir adamı kovmuş. Yerine Engin İpekoğlu'nu getirmiş, kaleci olarak değil, hoca olarak. Aslında yapamayacağını o da biliyormuş da kader onu Süper Lig'e sürüklemiş, o da yapamayacağını kanıtlamış. Kader, Serhan Gürkan'a da bilmediklerini göstermiş. Bir dünya adam almış. Hepsini toplamış, bir adam etmemiş. İş işten geçmiş. Bazı taraftarlar hala nedenini bilemiyor olsak da onu çok sevmiş. Takım içler acısı hale gelmiş. Bir kişi çıkıp istifa dememiş ya da diyememiş. Bazı taraftarlar gitsen de kurtulsak demiş, ses seda gelmemiş.
Hikaye beşer beşer devam ediyor. Mutlu sonlar çok uzaklarda, umutların hesabı yine kesildi yarınlara..

20 Aralık 2008

Guantanamo İdman Yurdu

Guantanamo Kampı, Küba'da bulunan ABD Askeri Üssü'nün hapishane olarak kullanılan bölümü. El-Kaide, Taliban gibi terör örgütü mensuplarının kaldığı kampta mahkumlar, herhangi bir gözden geçirme, avukatları ile görüşme ya da yasal hak talep edemiyorlar. Dolayısıyla hiçbir hakları yok, tek birşey hariç...




Süt İçtim Dilim Yandı


Şampiyonlar Ligi 2.Tur kuraları çekildi. Aceto veya SC'dan detaylı yorumlara ulaşabilirsiniz. Tartışmasız en ilginç eşleşme Manu-Inter arasında. Burnunu kaşısa olay olan sosyopat insan Mourinho geçmişe nazaran biraz daha uslanmışa benziyor. Rakip güçlü, takım dengesiz, elde başta Ibrahimoviç olmak üzere kaliteli oyunculardan kurulu bir kadro olsa da havamı almışlar bari kalan ile idare edelim diyor Mourinho. Bu kez yoğurdu yemek için ikinci maçın 90+10.dakikasına kadar bekleyecek sanırım. Tabii Ferguson yoğurdu ikram ederse.

"Ben memnunum. En iyi olmak istiyordum ve şimdi rakibimiz 2 gün içinde Dünya Şampiyonu olma ihtimali olan bir Avrupa Şampiyonu. Muhteşem atmosfere sahip bir stadyumu, Alex Ferguson gibi harika bir teknik direktörü ve bu yılın Altın Top Ödülünü alan oyuncuya sahip bir takım. Manchester'a unutulmaz bir dönüş olacak. Bazıları Alex Ferguson'a karşı başarılı sonuçlarım olduğunu söylüyor ama bu başarı benim değil, Chelsea'nin."

Kendisi için fazla mütevazi bir yorum olduğu için inanmakta zorlansak da Jose Mourinho.

"Jose ile tekrar karşılaşmak ilginç olacak. O iyi bir karaktere sahip iyi bir kişilik ve onunla aramız her zaman iyiydi. Porto'da iken bizi turnuvanın dışına itmişti, umarım bu sefer biz daha şanslı oluruz. Büyük takımlarla oynadığımız maçlarda daha iyi bir odaklanma ve daha iyi bir konsantrasyon ile oynuyoruz, bunu geçtiğimiz sezon oynadığımız Barcelona maçlarında da gösterdik. Bu eşleşmede bizim için en önemli şeyin konsantrasyon olduğunu biliyorduk ve iki maçtaki konsantrasyonumuz da müthişti. San Siro harika bir stadyum. Orada Milan'a karşı iki yarı final kaybettik ama bu sefer daha iyisini yapmak istiyoruz. Bu, turnuvaya devam edebilmek için bir aşama ve bence tüm İngiliz takımları şanslı. Bu eşleşmeden dolayı mutluyum."

Yaşlı, başlı adamım bir de Mourinho'nun saha dışı polemikleri ile uğraşamam düşüncesinde olduğu için ılımlı bir açıklama yapan ama bence yeri geldiğinde alayını cebinden çıkarabilecek kapasiteye fazlasıyla sahip insan Sir Alex Ferguson.

Chelsea FC (ENG) v Juventus (ITA)
Villarreal CF (ESP) v Panathinaikos FC (GRE)
Sporting Clube de Portugal (POR) v FC Bayern München (GER)
Club Atlético de Madrid (ESP) v FC Porto (POR)
Olympique Lyonnais (FRA) v FC Barcelona (ESP)
Real Madrid CF (ESP) v Liverpool FC (ENG)
Arsenal FC (ENG) v AS Roma (ITA)
FC Internazionale Milano (ITA) v Manchester United FC (ENG)

16 Aralık 2008

Penaltıda Kaleci Psikolojisi

Sizden bir "Penaltı Kurtarma Rehberi" hazırlamanızı isteseler ne yazardınız? Yaygın mantık bir köşe belirleyip oraya Allah ne verdiyse uçmak yönünde. Yakın mesafeden vurulan boş bir şut, anlık bir olay (0.2-0.3 saniye) olduğu için oyuncunun vuracağı yönü beklemek muhtemelen başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Tabii söz konusu penaltı olunca atılan kadar atan da önemli. Kaleciye hiç bakmadan direk topa bakarak gelip belirlediği köşeye topu bırakan futbolcular olduğu gibi topa doğru hızla gelirken bir anda yavaşlayıp kalecinin atlayacağı yönü kestirdikten sonra vuruşunu ters tarafa yapan futbolcular da var (bu sınıfın en baba temsilcisi bence Gaizka Mendieta'dır). Bazıları da bu kek kaleci nasıl olsa köşeye hoplayıverir atayım ortaya, gitsinler santraya mantığıyla hareket ediyor. Aklıma gelen son sınıftaki futbolcular da bir köşeye dikkatlice bakıp kaleciyi topu o yöne doğru vuracaklarına inandırmaya çalışanlar, bu sınıftakilerin zaman zaman topu baktıkları köşeye yolladıkları da olabiliyor. Sonuç olarak futbolun, zaman ve skor durumuna göre en heyecanlı anlarından birine sahne olabilen bu atışın gol olması ya da olmaması biraz alın yazısı gibi görünüyor. 
Korkunun ecele faydası olmasa da "Ekonomik Psikoloji'nin Günlüğü" ekibinin İsrailli bilim adamları konu ile ilgili bir araştırma yapmışlar. Ekonomistlerin penaltı araştırma nedeni ise buradan yola çıkıp güncel ekonomik kriz ortamı ile ilgili öneriler sunmak. "Üst düzey kalecilerin hareket önyargıları:Penaltı atışı olayı" şeklinde çevirebileceğimiz raporlarında sundukları araştırma sonuçlarına göre analiz ettikleri 286 penaltı atışında kalecilerin %94'ü sağa ya da sola doğru atlamışlar. Vardıkları sonuca göre ise penaltıyı kurtarma şansı en fazla olan kaleciler kalenin ortasında duran kalecilermiş. Aşağıdaki grafikte sunulan veriler 286 vuruşun dağılımını gösteriyor. Dikey sütundaki sayılar vuruşu yapan oyuncuların yaptıkları tercihleri, yatay satırdaki sayılar ise kalecilerin tercih ettikleri yönü ifade ediyor. Yani left / left kesişmesinde gördüğümüz 54 sayısının anlamı vuruşu yapan oyuncu da kaleci de sol köşeyi tercih etmiş demek oluyor. Bu grafikte pozisyonun gol olup olmadığı ile ilgili bir bilgi yok. Yine aynı çalışmada belirttiğine göre penaltıların %80'i gol ile sonuçlanıyor.
Aşağıdaki grafikte ise zaman, ihtimal, daha önce yapılan vuruşlar gibi veriler ele alınarak matematiksel verilere dökülen kalecilerin penaltı kurtarma şansları tablosunu görüyoruz. Kaleci ters köşeye yatarsa ya da top köşeye vurulduğunda ortada beklerse doğal olarak topu kurtarma şansı yok. Çalışmanın kalecilere ortada durmalarını tavsiye etme nedeni ise tabloda %60 ile en yüksek kurtarma ihtimali olarak gördüğümüz oranda gizli çünkü yine tabloda görüldüğü üzere kaleci doğru köşeyi tercih etmiş olsa bile topu kurtarma şansı en iyi ihtimalle %29,6'da kalıyor oysa oyuncu atışı ortaya yapar, kaleci de ortada durursa bu oran %60 oluyor.
Yapılan vuruşların çoğunluğu sağa ve sola yapılıyor olsa da ortaya yapılan vuruşların oranı hiç azımsanacak gibi değil, %28,7. Bu durumda da eğer bilimsel verilere güvenirsek kalecilerin penaltı sırasında yapacakları en mantıklı tercih ortada öylece beklemek. Tabii bu çalışma bütün futbol dünyasınca duyulur kaleciler de uygulamaya kalkarsa ortada sap gibi dikilen bir sürü kaleci olacağı için kısa bir süreliğine atıcılara gün doğabilir. Mümkün değil ama "Niye köşeye atlamadın ulan!" sorusuna muhattap olan bir kalecinin vereceği "Benim kılavuzum bilimdir!" yanıtı muhtemelen bedavadan atacağı 30 tur ile sonuçlanacaktır.
Aynı çalışmada "Peki kaleciler için en mantıklı tercih sadece dikilmek ise neden boyuna bir köşeye uçuyorlar?" sorusu da yanıtlanmış ve yanıtı gayet basit; Çünkü olay psikolojik, hiçbirşey yapmıyormuş gibi görünmek istemiyorlar. Bir köşeyi tercih edip atladıklarında penaltı vuruşu gol olsa bile kendilerini görevlerini yapmış kabul ediyorlar aksi durumda ise yeterince çaba sarf etmemiş gibi görüneceklerini düşünüyorlar ki haklılar. Eski hocamız Engin İpekoğlu'nun kalecilik yaptığı dönemlerde penaltılardaki ruhsuzluğu (bkz. Bu da izleyici önyargısı, kaleci köşeye atlamazsa ruhsuzdur, o kadar!) bir çok kez dikkatimi çekmişti hatta hangi maçlar olduğunu hatırlayamasam da hatırladığım bir kaç milli maçta köşeye atlamadığı için "Bi tarafa atlasana ruhsuz herif! Atlamazsan nasıl tutacaksın? Kurtaran nasıl kurtarıyor?" şeklinde çemkirmişliğim de vardır.
Sonuçta bilimsel destekli olarak bile söyleyebileceğimiz nasip, kısmet bu işler kardeşim, top isterse oluyor, istemezse olmuyor. Kaleciliğin futbolun en nankör mevkisi olduğu da bu çalışma ile birlikte bir kez daha kanıtlanıyor.

15 Aralık 2008

Laporta-Rijkaard+Guardiola=Barça

El Clasico sürprize aman vermeyen bir şekilde Barça'nın galibiyeti ile sonuçlandı. Son yıllarda iki takımdan birinin bu kadar büyük bir farkla favori olarak sahaya çıktığına çok fazla şahit olmuyorduk. Hem teknik direktör farkı -ki Ramos'u şimdilik fasulyeden saymak mümkün- hem futbolcu kalitesi farkı hem takım oyunu farkı hem form farkı üstüne bir de maç Nou Camp'ta olunca maç ile ilgili yaptığımız sohbetlerde Barça'nın Real'e de Atletico tarifesi uygulayıp, siz Madrid'te biraz antrenman yapın, karma bir takım kurup gelin belki yenersiniz diyebileceğini bile düşünmedik değil. Tabii bir yandan bunları düşünürken bir yandan da bu rekabetten herhangi bir tarafın ne durumda olursa olsun kolay pes etmeyeceği gerçeği aklımızın bir köşesinde duruyordu. Real Madrid'li oyuncuların Schuster'e ve genel kanıya inat çıkıp bir sürpriz yapabileceği ihtimali de yok değildi. Goller geç gelmiş olsa da beklendiği üzere birinci ihtimal daha ağır bastı ve Barça adına yakışır şekilde muhteşem formunu sürdürmüş oldu. Maçta neler olduğunu birçok yerde okumanız mümkün, o yüzden lafı fazla uzatmayalım, daha doğrusu uzatalım ama biraz daha geriye, sezon başına dönelim, hepimiz biliyor olsak da gelişim sürecini tekrar hatırlayalım.
Frank Rijkaard'ın 2003 yılında göreve geldiği ilk günlerde hem başkan Laporta ile hem de takım içindeki uyumu gerektiği gibi yönettiği için oyuncularıyla arasından su sızmıyordu. Ronaldinho ile birlikte Deco, Eto'o, Marquez gibi isimler kadroya katılmış ayrıca kendisine toprağı Van Gaal'den yadigar kalan genç yetenekler Valdes, Xavi, Iniesta ve Puyol takımda yer bulabilecek seviyeye gelmişlerdi. Rijkaard'lı Barça ilk yılını Benitez'in Valencia'sının 5 puan gerisinde 2.sırada tamamladı. Barça için 2.lik başarısızlık sayılıyor olmasına rağmen takımdaki gözle görülür gelişme geleceğe daha umutlu bakmalarını sağlıyordu. 2004/05 ve 2005/06 sezonlarında kazanılan şampiyonluklar bu umudun boş olmadığının bir göstergesiydi. 2005/06 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde ise Chelsea, Benfica ve Milan'ı evine yollayan Barça, Stad de France'ta Arsenal'in rakibi oluyordu. Arsenal'in 5 Fransızı (Wenger, Henry, Pires, Clichy ve Flamini), Barça'nın bir Fransızı (Ludovic Guily) etmiyor ve Barça sahadan 2-1 galip ayrılıp Rijkaard'ın kariyerine altın bir külçe daha bırakıyordu. 2006/2007 sezonunda gruptan çıkar çıkmaz Liverpool'a, 2007/2008'de de yarı finalde Paul Scholes'un füzesine elenen Barça'da suyu ısınan ilk isim Rijkaard oldu. Takımın kötü gidişinin yanı sıra başta Ronaldinho olmak üzere oyuncular ile yaşadığı anlaşmazlıklar geçmişteki başarılı günlerine rağmen ipinin çekilmesiyle sonuçlandı. Uzun yıllar süren Hollandalı teknik adam egemenliğini yıkan isim bir Katalandı; Josep Guardiola.
Guardiola göreve gelir gelmez odasının duvarına "Temizlik imandan gelir" yazısını astırdı. Takımın tamamı dünyaca ünlü isimlerden oluşuyor olsa da uyumsuzluğa neden olan ve doygunluk hissiyatına sahip isimleri teker teker sobeleyip takımdan uzaklaştırdı. Ronaldinho gibi bir adama "Hadi canım, sana ihtiyacımız yok" demek henüz kariyerinin başındaki bir teknik direktör için fazlaca cesur bir karar gibi görünüyordu. Kuşkusuz bu temizlik Laporta ile Barcelona sahillerine bakan bir restoranda verilmişti ama yine de doğacak sonuçlarda kellesi alınacak ilk isim Guardiola olacak, Laporta "Ben öyle birşey demedim ki!" diyecekti. Guardiola büyük oynadı. Ronaldinho'yu Zambrotta ile birlikte Milano'ya postaladı, yetmedi, Deco gibi bir başka klas adamı da "Sana yeni bir pozisyon buldum. Sağdan direksiyon araç kullanabilir misin?" diyerek kandırıp Londra uçağına bindirdi. Geçmişini mumla arayan adamlardan Edmilson Villareal'e, Krkiç varken sana ekmek yok deyip Dos Santos'u da Tottenham'a yolladı. Sorunlu elemanlardan sadece biri elde kalmıştı, Samuel Eto'o. Eto'o'nun da gitmek için can atıyor gibi bir hali vardı. Gittim, gideceğim derken hakkındaki en ciddi transfer dedikodusu Özbekistan'a gidebileceği yönündeki haber oldu. İskoçya'daki yeni sezon hazırlıklarının ilk kamp döneminde görüntülenen Eto'o bir daha bu konuyu açmadı, takımda kalmıştı ve sezon başı bilmiyor olsa da pişman olmayacaktı. Tabii gidişata istinaden konuşuyoruz, sezon sonu pişman da olabilir, futbol bu. Guardiola'nın ilgi ve şefkat göstermesi gereken isimlerden biri de Thierry Henry idi. Geçtiğimiz sezon hem İspanya'ya yeni gelmiş olması hem de yaşadığı ailevi sorunlar nedeniyle verimsiz bir sezon geçirmiş, "Henry de bitti hocam, ne adamdı be uzaydan gol atardı, tey gidi tey" söylemleri kulaklarını çınlatmaya başlamıştı. Üstüne bir de Euro 2008'de yaşanan Fransız rezilliği eklenince moral olarak iyice çökmüş olan Henry, Guardiola'nın abi nasihatlerine ihtiyaç duyar hale gelmişti. Pep'in içinde bulunduğu durumun eksileri kadar artıları da vardı mutlaka. Ayrık otları temizlenmişti. Üstelik hiçbir teknik direktörün hayır diyemeyeceği, Sevilla efsanesinin kilit oyuncularından ikisi Keita ve Dani Alves takıma kazandırılmıştı. Bir başka görev adamı olarak da Arsenal'den Hleb alındı ve Guardiola'nın eline her mevkide alternatifi olan, takım olma potansiyeline sahip bir kadro emanet edildi.
Başlangıç sancılı oldu. Alınan kötü sonuçlarla birlikte Henry'nin "Oynatmayacaksan bilelim hacı" sözlerine Yaya Toure'nin "Arsenal'deki abim Kolo Toure'nin selamı var, onbirde olmayacaksam inceden uzayayım" sözleri Guardiola'yı iyice zor duruma düşürmüştü. İlk maç 4-0 olduğu için formaliteden öteye geçmeyecek olsa da 1-0 kaybedilen Wisla Krakow maçının ardından La Liga'nın yenilerinden Numancia'ya 1-0 kaybedilen maç ile sezon açıldı. Bir sonraki maçta alınan 1-1 lik Santander beraberliği ile Laporta'dan başka kredisi olmayan Guardiola'nın varlığı sorgulanır hale gelmişti. Ne olduysa bu maçtan sonra oldu. Şampiyonlar Ligi'nde Sporting Lisbon'u 3-1 ile geçen Barça'nın imdadına o dönemde gelenin 5 gidenin 6 attığı Sporting Gijon yetişti (Bu arada bu takım rekor kırıp küme düşer dediğimiz Gijon toparlanmayı başardı, darısı başımıza). 6-1 sonucu takımın kendini yavaş yavaş toplamaya başladığının bir göstergesi oldu. Santander maçının ardından ŞL'deki 1-1 lik Basel beraberliğine kadar olan dönemde Barça 11 maç üst üste kazandı. Üstelik bu maçlardan birinde Atletico Madrid gibi bir takımı 6-1 gibi bir skorla geçtiler. Aldıkları bu aragazı ile birlikte de Basel maçının ardından oynadıkları 9 maçta sadece Getafe ile 1-1 berabere kalıp, geri kalan tüm maçlarını kazandılar. ŞL'deki 3-2 mağlup oldukları Shakhtar maçını saymıyorum çünkü o maçta sahada Barcelona B takımı vardı. Basel maçına kadar olan kısmı 1.Bölüm kabul edersek bu bölümde Barça'nın başarısı bazıları tarafından küçümsenmişti. Sadece Atletico maçının takdir edilebileceği, diğer maçların ise kolay ekipler ile oynandığı söyleniyordu. Pep bu eleştirileri ciddiye almadığına dair birkaç kelam etti ve 0-3 lük Sevilla, 4-0 lık Valencia ve son olarak 2-0 lık Real maçları ile demecinde samimi olduğunu kanıtladı.
Yerli, yabancı birçok sitede ve forumda tartışılan konulardan biri de Barça'nın nasıl olup da bu kadar çok gol attığı. Hücuma yönelik bir takımın çok gol atması doğal ama aynı zamanda savunmasında verdiği açıklar ile bir o kadar gol yemesi gerekir, Barça'da bu da yok. Konu ile ilgili verilebilecek en basit yanıt "Hücumunuzda Messi, savunmanızda Puyol olursa sonuç da böyle olur" olabilir. Aslında haklılık payı yok değil ama iyi oyunculardan kurulu birçok ekip var, hepsi bu başarıyı yakalayamayabiliyor. Takım oyununu iyi uyguluyor olmaları da bir başka yanıt. Doğru mu değil mi tartışılır ama benim en sevdiğim yanıt "Çok gol atıyor çünkü bu takım gol kaçırmıyor". Real maçında Casillas'ın çıkardığı toplar gibi istisnaları saymazsak bu tespit de bir bakıma doğru. Sonuçta oynanan bütün maçlarda tüm takımlar belli bir oranda gol pozisyonu yakalıyor, bazıları oluyor, bazıları olmuyor. Barça gibi kaçırmayanlar da Atletico maçında olduğu üzere 28 dakikada 5 gol atıveriyor.
Bu formun aynı çizgide ne kadar daha devam edeceğini göreceğiz ama hepimizin hem fikir olduğuna inandığım tek bir gerçek var ki, bu takımı izlemek büyük keyif veriyor...

14 Aralık 2008

Rodrigo Barbosa Tabata ve Diğerleri


Anlaşılan biz her maçtan sonra rakip takımın futbolcularını övmeye devam edeceğiz. "Tek bir oyuncu bir takım için ne ifade edebilir?" Sorusunun yanıtını bugün Tabata verdi. Tabii diğer G.Antepli oyuncuların haklarını yemeyelim, takım olarak çok üstün bir oyun sergilediler ama sonuca giden ve gitmeyen her atakta en etkili isim olarak Tabata dikkat çekti.
İstiklal Marşı'nın hemen ardından nerede otursak daha iyi izleyebiliriz? Yer değiştirelim uğur olsun sohbetleri içinde henüz ısınma aşamasındayken 16.saniyede bulduğumuz golle maça 1-0 önde başladık. Açıkçası bir gol atacaksak bunun ilk 5 dakikadan önce olmasını istemem, yine seviniyoruz mutlaka ama ısınma turları futbolcular için olduğu kadar biz taraftarlar için de var. Top biraz dolaşacak bir kaç kere kesilecek ki gol geldiğinde değerini daha iyi anlayalım.
Son haftalarda eski görüntümüzü geride bırakıp başarılı maçlar çıkarmaya başladığımız için G.Antep'in gücünü ve Tabata'nın kalitesini biliyor olmamıza rağmen umutluyduk. Trabzon'a karşı hatırı sayılır bir futbol ortaya koymuş, son iç saha maçımızda da yine kolay lokma diyemeyeceğimiz bir takım olan Konyaspor'u 3-0 gibi net bir skorla mağlup etmeyi başarmıştık. Üstelik alt sıralardaki 5 rakibimiz de haftayı puansız kapatmış, maç bir nevi 15 bonus puanlık hale gelmişti. Henüz ilk dakika dolmadan bulduğumuz gol ile umudumuz bir parça daha arttı. Rakip güçlü olsa da -futbol bu ya- belli ki bugün günlerinde değillerdi. Üst düzey bir lig maçında atılan bir golün bile ne kadar önemli olduğunu da çok iyi biliyorduk hatta yediğimiz ilk gole kadar olan bölümde G.Antep'in auta attığı bir topun ardından kalecimiz Serdar klasik tozluk düzeltme hareketlerini yapmaya başlamıştı. Henüz çok erken olmasına rağmen oyunu soğutmak faydalı olabilirdi. Golün şokunu kısa sürede üstünden atan G.Antep'li oyuncular en iyi yaptıkları iş olan dar alanda seri paslaşmalarına başladılar. İşin aslı bu konuda kendilerini çok fazla üzmelerine gerek yoktu çünkü Kemal ve Umut Kekilli'den oluşan orta sahamızın göbeği, solda ve sağda yine iki ofansif isim Murat Hacıoğlu ve Serhat Akın'la birleşince top kapmak gibi bir şansımız olmadığı açıkça görülüyordu. Tabii bu futbolcularımıza ofansif deyip gerçek ofansif oyunculara hakaret etmeyelim asıl demek istediğim ofans yönlerinin defans yönlerinden daha iyi olduğu yoksa Serhat Akın dışındakilerin hücum etmeyi falan da bildikleri yok. Bir iki başarısız denemenin ardından Murat Hacıoğlu'nun hiçbir şekilde savunmaya destek verme şansı olmayan sol kanadımızdan etkili ataklar gelmeye başladı. Ceza sahasına kesilen topa Ivan De Souza'nın yaptığı kafa vuruşunu maçın adamı(!) Musa Büyük bir kaleci edasıyla eliyle engelledi ve kabus başladı. Zamanında amatör olarak futbol oynamış olsam da, profesyonel bir futbolcu nasıl bir ruh haliyle ceza sahası içinde iki elini yanlara açıp sıçrar anlamam mümkün değil. Pozisyondaki bir başka şanssızlığımız da top kaleye değil altıpasa yönelmiş olduğu için Musa'nın kırmızı değil sarı kart görmüş olmasıydı. Malumunuz bir futbolcunun varlığı yokluğundan daha fazla zarar veriyorsa hiç olmaması daha hayırlıdır ama maalesef bu dileğimiz gerçekleşmedi ve biz Musa'ya 90 dakika tahammül etmek zorunda kaldık. Tribünde yüzlerce kişinin açık ve net bir şekilde gördüğünü Yılmaz Vural gibi bir duayen ((!)) nasıl görmez sorusunun yanıtı Umut'un yerine Semavi varken Sergio'nun girmesi ile belli oldu. İkinci yarı yapılan Ahmet Dursun-Adem Çalık değişikliği de üstüne tuz-biber ekti. Çıkardığım sonuç ya biz istisnasız hiçbirşey bilmiyor ve görmüyoruz ya da Yılmaz Hocamın biz fanilerin sahip olmadığı çok gizli doğaüstü güçleri var. Bunların dışında bir neden ile Fran Sergio denilen koca popolu, esmer insanın bir Süper Lig kulübünde nasıl oynayabildiğini açıklamamız mümkün değil.

Penaltıyı gole çevirmesi ile Tabata Show başladı. 2.gole kadar yine aynı G.Antep paslaşmalarını, Tabata'nın yerinde buluştuğu topları, yerinde attığı pasları, kaptırmadığı topları izlemeye devam ettik ve 22.dakikada Tabata'nın ayağından göz göre göre geliyorum diyen gol gerçekleşti. Daha sonra 3 kişinin tutamadığı Beto'nun yaptığı kafa vuruşu ile 3-1 skoru ilk yarının sonucu oldu.
İkinci yarıya bir parça daha toparlanmış bir şekilde çıkacağımızı biliyorduk, öyle de oldu ama herşeyiyle bitmiş bir takım ne kadar toparlanabilirse o kadar toparlanmıştık. 3-2 yapabilsek bir umut olabilir diye düşünürken hayallerimizi yıkan isim yine Tabata oldu. G.Antepspor'u İnönü'de oynadığı Beşiktaş maçı ve bu maç olmak üzere iki kere canlı izledim. Tabata o maçta çok etkili değildi. Bizim maçımızda çok etkili bir oyun sergilemiş olmasının nedenlerinden biri de bomboş bırakılmış olmasıydı. Tabii Tabata'nın müthiş yeteneğine ve kalitesine lafım yok ama top kullanmayı bilen herhangi bir adamı bu kadar boş bırakırsanız topu filelerden toplamak zorunda olduğunuz da bir gerçek. Yine de bu tip bir oyuncunun Süper Lig'deki istisnasız tüm kulüplerde rahatlıkla ve üst düzey bir oyun sergileyebileceğinde sanırım hepimiz hem fikiriz. Onu Santos'tan getirip takıma kazandırmayı başaran G.Antep'li yöneticileri de tebrik etmemiz gerek.
Skor 4-1 olunca bir maçımızı daha hakemin düdüğünden önce kafamızda bitirdik. Rakibin oyunu rölantiye almış olması nedeniyle geliştirdiğimiz birkaç cılız atak karşı kaleye varmadan eridi gitti. Amaçsız hale gelen maçta atılan karşılıklı birer gol, ilk yarının iç saha maçları defterimizi moral bozukluğu ile kapatmamıza neden oldu.
Bundan sonra ne olur? Açıkçası dertlerin bini bir para. Takımdaki oyuncuların kalitesizliğinden dem vursak yerlerine çok sağlam ve çok sayıda transfer lazım. Hepimiz biliyoruz ki takımları sürükleyecek nitelikte kaliteli oyuncuları devre arasında bulup çıkarmak kolay bir iş değil. Geçmişte Hikmet Karaman teknik direktörümüz iken devre arasında bulunup getirilen Alex Iordanov, Zdravko Lazarov gibi isimler o yıl mucizevi bir şekilde ligde kalmamızı sağlamıştı. Şimdi tekrar buna benzer mucizelere ihtiyacımız var ama bu kez yönetime de hiçbir şekilde güvenimiz ve inancımız yok. Engin İpekoğlu gibi bir teknik direktör ile sezona başlayıp, izlemeden, bilmeden Jestrovic, Cesar, Patrice, Dusan gibi oyuncular ile yabancı kontenjanını dolduran bir yönetimin kapasitesi tartışmaya çok açık. Yerli transferleri zaten saymıyorum, neredeyse hepsi fiyasko. Dolayısıyla bu yönetimin yapabiliritesi çok kısıtlı ve kredisi tamamen tükenmiş durumda. Yeni bir yönetim gelirse de bu kadar kısa sürede yapabileceği çok fazla birşey yok. Takıma uyum sağlaması beklenmek zorunda olunan transferler ve belki yeni bir hoca fayda getireceğine zarar da getirebilir. Bu sezonu bu şekilde acıyla, kahırla, üzüntüyle izlemeye devam etmek durumundayız. Frenleri boşalmış bir kamyon gibi yokuş aşağı gidiyoruz, yolun sonu uçurum biliyor olsak da henüz varmadığımız için endişe katsayımız şimdilik tavan yapmadı. Meşhur "matematiksel" şans devam ettikçe de çıkmadık candan ümit kesilmez edebiyatına devam edeceğiz, gittiği yere kadar.
Çok karamsar gibi görünüyor, biliyorum ama gözlerimin gördüğü fiziksel, kimyasal, biyolojik, sosyal, psikolojik gerçekler bunlar ama yine de şükür "matematiksel" değil...

08 Aralık 2008

Top Cambazı Futbol Blog'da


Blog do Romario yazımız haftanın paylaşılan 5 yazısından biri oldu. Bülent Timurlenk ve Ali Okancı'ya teşekkürler. Aceto'nun blogrolluna girmemize aracı olan Ege Görgün'e ayrıca teşekkürler. Bir teşekkür de yayından haberdar olmamı sağlayan PcLion'a.
Diğer 4 yazı :
Eray Sözen - Yeniliğe En Fazla İhtiyacı Olan 10 Oyuncu
Hakemin Çalan Düdüğü - İki Ayrı Kalenga Portresi
Borges - Hertha Berlin-Galatasaray
Jesus Almeyda - Nankatsu
Futbol Blog arşivine buradan ulaşabilirsiniz.

İyi Bayramlar


Kavurma resmi bu kadar çekici durmuyor, bayram deyince şekere vuruyoruz kendimizi.
Herkese iyi bayramlar.


Chris Daughtry - Used To

Emirates


Emirates Stadyumu gece görünümü. Seka Park'a şöyle bir stad diksek fena mı olur? Darısı başımıza diyesim var ama gerçekçi olursak torunum belki görür, belki o da göremez garibim.

Bile Bile Lades


Hep aynı terane. Taner'in gol attığı maçları itina ile vermeyi başarıyoruz. 6 golü var, penaltıdan attığı gol Ankaragücü maçında skoru 1-1 yapmış, maç da öyle bitmişti. Konyaspor maçındaki golü de skor perçinlemesi işlevi görmüştü. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve son Trabzonspor maçında attığı ilk goller bizi kısa süreliğine havaya sıçratmaktan başka bir işe yaramadı. Bana sorarsanız takımdan keyif almak için sinekten yağ çıkarmamız gereken bu günlerde bu da güzel bir olay ama skoru korumaktan bu kadar aciz olmamız da bir o kadar kötü.
Maça beklemediğimiz kadar iyi başladık. Kılıç'a top ilk geldiğinde yanılmıyorsam dakika 8-9 civarıydı. Bu arada soğumuş olacak ki kalemizde gördüğümüz ilk birkaç pozisyondan birinde fena saçmaladı ama kaleyi boşaltmış geri koşarken Serkan'ın şutunu ayakları ile çıkarıp kendisini affettirdi. Alıştığımız senaryonun giriş bölümünü belirttiğim üzere yine Taner yazdı. Golden sonra da kopyalanmış gibi maçın seyri yine aleyhimize döndü. Önde olmanın getirdiği psikoloji ile geri çekildik ve Trabzonspor da her güçlü rakibin yaptığı gibi üstümüze çullandı. Özgür ve Tolga uyumlu bir oyun sergilemiş olsalar da çok tehlikeli pozisyonlar yaşadık ve çok daha ciddi pozisyonları önlemeyi ya da atlatmayı başarmış iken Umut tekmeliğine çarpıp 2 metre açılan topa ayağını koyup golü yapmayı bildi. Yediğimiz golden sonra Sylva'nın üstüne giden birkaç şut ve Taner'in bireysel yeteneği ile Song'u sırtına alıp götürmesi dışında çok etkili olamadık. İlk yarıda Song'un bel yağlarını itina ile eriten Taner maç boyu aynı hareketi yapma gayretine girdi ama pek tabi papaz her zaman pilav yemeyeceği için ikinci yarı pek başarılı olamadı. Yine de kanatlara yaptığı koşular, top tutmayı ve kullanmayı bilmesi, kaleyi gördüğünde yolladığı tehlikeli şutlar ile sezon başı Bank Asya golcüsü yorumları yapılan bir oyuncu için gayet iyi sayılabilecek bir performans sergiledi.
İkinci yarının Trabzonspor'un 2-1 öne geçtiği gole kadar olan bölümünü hatırlamak bile istemiyorum. Acemice hareketler, kanatlarda bırakılan boşluklar, yapılan anlamsız fauller, hücumdaki beceriksiz hareketler gibi sezon başı hastalıklarımız tekrar etti ve kaçınılmaz sonu her zaman olduğu gibi kendimiz hazırladık. Golden sonra daha önceki üç maçın da tecrübesi ile yatarak maç kazanılamayacağını idrak eden futbolcularımız hırslı bir görüntü sergilemiş olsalar da sonuca ulaşmak ciddi anlamda beceri isteyen bir iş olduğu için bir kez daha çuvalladılar. Trabzonspor'un kaçırdığı goller hem uygunluk hem sayı anlamında çok daha fazla olduğu için gol kaçırdık o yüzden böyle oldu demeyi doğru bulmuyorum. Yazılacak daha çok şey olabilir ama bu moralle de bu kadar.

Maçın kilit adamlarının bu ikili olduğu söylenebilir. Song-Taner, Tolga ise Gökhan ve Umut karşısında çok zor anlar yaşamış olsa da bugün onların yerinde başka isimler oynuyor olsaydı maçın gidişatı çok farklı olabilirdi. Tolga'nın ki biraz "eski takımına aslan kesilme" sendromuna benziyor. Umuyorum bu maçta istediği zaman daha iyi olabileceğini anlamıştır.

06 Aralık 2008

Kelebek Etkisi

Dünyanın global bir köy haline geldiğine dair söylemleri duymuşunuzdur. Pekin'de uçan bir kelebeğin New York'ta oluşacak bir fırtınanın başlangıcı olabileceğine inanılan kelebek etkisi teorisini haklı çıkaracak nitelikte dünyanın herhangi bir yerindeki bir değişim tüm dünyayı etkisi altına alabiliyor. Elin Amerikalıları ev alıyor, insanlık hali paraları çıkışmıyor, evin borçlarını ödeyemiyor. Biz dünyanın geri kalanındakiler ne yapalım yazık olmuş, keşke ödeyebilselermiş deyip işin içinden çıkamıyoruz. Onların derdi bizi geriyor ve tüm dünyayı etkisi altına alan global bir ekonomik kriz ortaya çıkıyor. Küresel ısınma zaten uzun zamandır çözüm aranan ama biz şimdi para kazanalım da dünyayı bizden sonrakiler bir şekilde halleder düşüncesindeki baronlar yüzünden bir türlü çözülemeyen paradan puldan çok daha önemli bir facia habercisi. Buzulların yüz yıl içinde tamamen eriyeceği öngörülüyor. Karbondioksit oranı artıyor, okyanuslar ısınıyor, deniz seviyesi yükseliyor, mevsim diye birşey zaten kalmadı, aralık ayında tişörtle durabildiğimiz anlar oluyor, yağmur yağmıyor, şimşek çakmıyor. Konu ile ilgili sayfa sayfa raporlar yazılıyor ama akademik çalışma seviyesinden öteye geçemiyor.
Bu dengesizliğin kurbanı olan en önemli ve tarihi kentlerden biri Venedik. Farklılığından mıdır, duygusal çağrışımlarından mıdır yoksa sıkça duyduğum görmeden ölme mirim söylemlerinden midir bilmem büyük sempati beslediğim bu şehir son 22 yılın en yüksek su seviyesini görmüş durumda. Denizin ortasında 118 küçük ada üzerine kurulu bu şehir için bir dolu proje üretildi. Şehrin etrafını tamamen beton duvarlar ile örüp su girişini önlemek, havalimanı ile kent merkezi arasına tüp geçit yapıp ulaşımı buradan sağlamak gibi projeler kentin tarihi dokusunu bozacağı, zaten su altında olan bina temellerinin zarar göreceği, altından kalkılamayacak ekonomik bedeller ortaya çıkacağı gibi çeşitli nedenlerden dolayı kabul görmedi ve herkesi memnun edecek bir proje üretilinceye kadar Venedik kaderi ile başbaşa yazgısını yaşamaya devam ediyor.
Fotoğraflar birkaç gün öncesine ait. Yağan son yağmurlar ile kanallar kenti Venedik, Water World filminin canlı bir kopyası haline gelmiş.
Ben görmeden batma nedensiz sevdiğim şehir...









Related Posts with Thumbnails