El Clasico sürprize aman vermeyen bir şekilde Barça'nın galibiyeti ile sonuçlandı. Son yıllarda iki takımdan birinin bu kadar büyük bir farkla favori olarak sahaya çıktığına çok fazla şahit olmuyorduk. Hem teknik direktör farkı -ki Ramos'u şimdilik fasulyeden saymak mümkün- hem futbolcu kalitesi farkı hem takım oyunu farkı hem form farkı üstüne bir de maç Nou Camp'ta olunca maç ile ilgili yaptığımız sohbetlerde Barça'nın Real'e de Atletico tarifesi uygulayıp, siz Madrid'te biraz antrenman yapın, karma bir takım kurup gelin belki yenersiniz diyebileceğini bile düşünmedik değil. Tabii bir yandan bunları düşünürken bir yandan da bu rekabetten herhangi bir tarafın ne durumda olursa olsun kolay pes etmeyeceği gerçeği aklımızın bir köşesinde duruyordu. Real Madrid'li oyuncuların Schuster'e ve genel kanıya inat çıkıp bir sürpriz yapabileceği ihtimali de yok değildi. Goller geç gelmiş olsa da beklendiği üzere birinci ihtimal daha ağır bastı ve Barça adına yakışır şekilde muhteşem formunu sürdürmüş oldu. Maçta neler olduğunu birçok yerde okumanız mümkün, o yüzden lafı fazla uzatmayalım, daha doğrusu uzatalım ama biraz daha geriye, sezon başına dönelim, hepimiz biliyor olsak da gelişim sürecini tekrar hatırlayalım.
Frank Rijkaard'ın 2003 yılında göreve geldiği ilk günlerde hem başkan Laporta ile hem de takım içindeki uyumu gerektiği gibi yönettiği için oyuncularıyla arasından su sızmıyordu. Ronaldinho ile birlikte Deco, Eto'o, Marquez gibi isimler kadroya katılmış ayrıca kendisine toprağı Van Gaal'den yadigar kalan genç yetenekler Valdes, Xavi, Iniesta ve Puyol takımda yer bulabilecek seviyeye gelmişlerdi. Rijkaard'lı Barça ilk yılını Benitez'in Valencia'sının 5 puan gerisinde 2.sırada tamamladı. Barça için 2.lik başarısızlık sayılıyor olmasına rağmen takımdaki gözle görülür gelişme geleceğe daha umutlu bakmalarını sağlıyordu. 2004/05 ve 2005/06 sezonlarında kazanılan şampiyonluklar bu umudun boş olmadığının bir göstergesiydi. 2005/06 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde ise Chelsea, Benfica ve Milan'ı evine yollayan Barça, Stad de France'ta Arsenal'in rakibi oluyordu. Arsenal'in 5 Fransızı (Wenger, Henry, Pires, Clichy ve Flamini), Barça'nın bir Fransızı (Ludovic Guily) etmiyor ve Barça sahadan 2-1 galip ayrılıp Rijkaard'ın kariyerine altın bir külçe daha bırakıyordu. 2006/2007 sezonunda gruptan çıkar çıkmaz Liverpool'a, 2007/2008'de de yarı finalde Paul Scholes'un füzesine elenen Barça'da suyu ısınan ilk isim Rijkaard oldu. Takımın kötü gidişinin yanı sıra başta Ronaldinho olmak üzere oyuncular ile yaşadığı anlaşmazlıklar geçmişteki başarılı günlerine rağmen ipinin çekilmesiyle sonuçlandı. Uzun yıllar süren Hollandalı teknik adam egemenliğini yıkan isim bir Katalandı; Josep Guardiola.
Guardiola göreve gelir gelmez odasının duvarına "Temizlik imandan gelir" yazısını astırdı. Takımın tamamı dünyaca ünlü isimlerden oluşuyor olsa da uyumsuzluğa neden olan ve doygunluk hissiyatına sahip isimleri teker teker sobeleyip takımdan uzaklaştırdı. Ronaldinho gibi bir adama "Hadi canım, sana ihtiyacımız yok" demek henüz kariyerinin başındaki bir teknik direktör için fazlaca cesur bir karar gibi görünüyordu. Kuşkusuz bu temizlik Laporta ile Barcelona sahillerine bakan bir restoranda verilmişti ama yine de doğacak sonuçlarda kellesi alınacak ilk isim Guardiola olacak, Laporta "Ben öyle birşey demedim ki!" diyecekti. Guardiola büyük oynadı. Ronaldinho'yu Zambrotta ile birlikte Milano'ya postaladı, yetmedi, Deco gibi bir başka klas adamı da "Sana yeni bir pozisyon buldum. Sağdan direksiyon araç kullanabilir misin?" diyerek kandırıp Londra uçağına bindirdi. Geçmişini mumla arayan adamlardan Edmilson Villareal'e, Krkiç varken sana ekmek yok deyip Dos Santos'u da Tottenham'a yolladı. Sorunlu elemanlardan sadece biri elde kalmıştı, Samuel Eto'o. Eto'o'nun da gitmek için can atıyor gibi bir hali vardı. Gittim, gideceğim derken hakkındaki en ciddi transfer dedikodusu Özbekistan'a gidebileceği yönündeki haber oldu. İskoçya'daki yeni sezon hazırlıklarının ilk kamp döneminde görüntülenen Eto'o bir daha bu konuyu açmadı, takımda kalmıştı ve sezon başı bilmiyor olsa da pişman olmayacaktı. Tabii gidişata istinaden konuşuyoruz, sezon sonu pişman da olabilir, futbol bu. Guardiola'nın ilgi ve şefkat göstermesi gereken isimlerden biri de Thierry Henry idi. Geçtiğimiz sezon hem İspanya'ya yeni gelmiş olması hem de yaşadığı ailevi sorunlar nedeniyle verimsiz bir sezon geçirmiş, "Henry de bitti hocam, ne adamdı be uzaydan gol atardı, tey gidi tey" söylemleri kulaklarını çınlatmaya başlamıştı. Üstüne bir de Euro 2008'de yaşanan Fransız rezilliği eklenince moral olarak iyice çökmüş olan Henry, Guardiola'nın abi nasihatlerine ihtiyaç duyar hale gelmişti. Pep'in içinde bulunduğu durumun eksileri kadar artıları da vardı mutlaka. Ayrık otları temizlenmişti. Üstelik hiçbir teknik direktörün hayır diyemeyeceği, Sevilla efsanesinin kilit oyuncularından ikisi Keita ve Dani Alves takıma kazandırılmıştı. Bir başka görev adamı olarak da Arsenal'den Hleb alındı ve Guardiola'nın eline her mevkide alternatifi olan, takım olma potansiyeline sahip bir kadro emanet edildi.
Başlangıç sancılı oldu. Alınan kötü sonuçlarla birlikte Henry'nin "Oynatmayacaksan bilelim hacı" sözlerine Yaya Toure'nin "Arsenal'deki abim Kolo Toure'nin selamı var, onbirde olmayacaksam inceden uzayayım" sözleri Guardiola'yı iyice zor duruma düşürmüştü. İlk maç 4-0 olduğu için formaliteden öteye geçmeyecek olsa da 1-0 kaybedilen Wisla Krakow maçının ardından La Liga'nın yenilerinden Numancia'ya 1-0 kaybedilen maç ile sezon açıldı. Bir sonraki maçta alınan 1-1 lik Santander beraberliği ile Laporta'dan başka kredisi olmayan Guardiola'nın varlığı sorgulanır hale gelmişti. Ne olduysa bu maçtan sonra oldu. Şampiyonlar Ligi'nde Sporting Lisbon'u 3-1 ile geçen Barça'nın imdadına o dönemde gelenin 5 gidenin 6 attığı Sporting Gijon yetişti (Bu arada bu takım rekor kırıp küme düşer dediğimiz Gijon toparlanmayı başardı, darısı başımıza). 6-1 sonucu takımın kendini yavaş yavaş toplamaya başladığının bir göstergesi oldu. Santander maçının ardından ŞL'deki 1-1 lik Basel beraberliğine kadar olan dönemde Barça 11 maç üst üste kazandı. Üstelik bu maçlardan birinde Atletico Madrid gibi bir takımı 6-1 gibi bir skorla geçtiler. Aldıkları bu aragazı ile birlikte de Basel maçının ardından oynadıkları 9 maçta sadece Getafe ile 1-1 berabere kalıp, geri kalan tüm maçlarını kazandılar. ŞL'deki 3-2 mağlup oldukları Shakhtar maçını saymıyorum çünkü o maçta sahada Barcelona B takımı vardı. Basel maçına kadar olan kısmı 1.Bölüm kabul edersek bu bölümde Barça'nın başarısı bazıları tarafından küçümsenmişti. Sadece Atletico maçının takdir edilebileceği, diğer maçların ise kolay ekipler ile oynandığı söyleniyordu. Pep bu eleştirileri ciddiye almadığına dair birkaç kelam etti ve 0-3 lük Sevilla, 4-0 lık Valencia ve son olarak 2-0 lık Real maçları ile demecinde samimi olduğunu kanıtladı.
Yerli, yabancı birçok sitede ve forumda tartışılan konulardan biri de Barça'nın nasıl olup da bu kadar çok gol attığı. Hücuma yönelik bir takımın çok gol atması doğal ama aynı zamanda savunmasında verdiği açıklar ile bir o kadar gol yemesi gerekir, Barça'da bu da yok. Konu ile ilgili verilebilecek en basit yanıt "Hücumunuzda Messi, savunmanızda Puyol olursa sonuç da böyle olur" olabilir. Aslında haklılık payı yok değil ama iyi oyunculardan kurulu birçok ekip var, hepsi bu başarıyı yakalayamayabiliyor. Takım oyununu iyi uyguluyor olmaları da bir başka yanıt. Doğru mu değil mi tartışılır ama benim en sevdiğim yanıt "Çok gol atıyor çünkü bu takım gol kaçırmıyor". Real maçında Casillas'ın çıkardığı toplar gibi istisnaları saymazsak bu tespit de bir bakıma doğru. Sonuçta oynanan bütün maçlarda tüm takımlar belli bir oranda gol pozisyonu yakalıyor, bazıları oluyor, bazıları olmuyor. Barça gibi kaçırmayanlar da Atletico maçında olduğu üzere 28 dakikada 5 gol atıveriyor.
Bu formun aynı çizgide ne kadar daha devam edeceğini göreceğiz ama hepimizin hem fikir olduğuna inandığım tek bir gerçek var ki, bu takımı izlemek büyük keyif veriyor...
Frank Rijkaard'ın 2003 yılında göreve geldiği ilk günlerde hem başkan Laporta ile hem de takım içindeki uyumu gerektiği gibi yönettiği için oyuncularıyla arasından su sızmıyordu. Ronaldinho ile birlikte Deco, Eto'o, Marquez gibi isimler kadroya katılmış ayrıca kendisine toprağı Van Gaal'den yadigar kalan genç yetenekler Valdes, Xavi, Iniesta ve Puyol takımda yer bulabilecek seviyeye gelmişlerdi. Rijkaard'lı Barça ilk yılını Benitez'in Valencia'sının 5 puan gerisinde 2.sırada tamamladı. Barça için 2.lik başarısızlık sayılıyor olmasına rağmen takımdaki gözle görülür gelişme geleceğe daha umutlu bakmalarını sağlıyordu. 2004/05 ve 2005/06 sezonlarında kazanılan şampiyonluklar bu umudun boş olmadığının bir göstergesiydi. 2005/06 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde ise Chelsea, Benfica ve Milan'ı evine yollayan Barça, Stad de France'ta Arsenal'in rakibi oluyordu. Arsenal'in 5 Fransızı (Wenger, Henry, Pires, Clichy ve Flamini), Barça'nın bir Fransızı (Ludovic Guily) etmiyor ve Barça sahadan 2-1 galip ayrılıp Rijkaard'ın kariyerine altın bir külçe daha bırakıyordu. 2006/2007 sezonunda gruptan çıkar çıkmaz Liverpool'a, 2007/2008'de de yarı finalde Paul Scholes'un füzesine elenen Barça'da suyu ısınan ilk isim Rijkaard oldu. Takımın kötü gidişinin yanı sıra başta Ronaldinho olmak üzere oyuncular ile yaşadığı anlaşmazlıklar geçmişteki başarılı günlerine rağmen ipinin çekilmesiyle sonuçlandı. Uzun yıllar süren Hollandalı teknik adam egemenliğini yıkan isim bir Katalandı; Josep Guardiola.
Guardiola göreve gelir gelmez odasının duvarına "Temizlik imandan gelir" yazısını astırdı. Takımın tamamı dünyaca ünlü isimlerden oluşuyor olsa da uyumsuzluğa neden olan ve doygunluk hissiyatına sahip isimleri teker teker sobeleyip takımdan uzaklaştırdı. Ronaldinho gibi bir adama "Hadi canım, sana ihtiyacımız yok" demek henüz kariyerinin başındaki bir teknik direktör için fazlaca cesur bir karar gibi görünüyordu. Kuşkusuz bu temizlik Laporta ile Barcelona sahillerine bakan bir restoranda verilmişti ama yine de doğacak sonuçlarda kellesi alınacak ilk isim Guardiola olacak, Laporta "Ben öyle birşey demedim ki!" diyecekti. Guardiola büyük oynadı. Ronaldinho'yu Zambrotta ile birlikte Milano'ya postaladı, yetmedi, Deco gibi bir başka klas adamı da "Sana yeni bir pozisyon buldum. Sağdan direksiyon araç kullanabilir misin?" diyerek kandırıp Londra uçağına bindirdi. Geçmişini mumla arayan adamlardan Edmilson Villareal'e, Krkiç varken sana ekmek yok deyip Dos Santos'u da Tottenham'a yolladı. Sorunlu elemanlardan sadece biri elde kalmıştı, Samuel Eto'o. Eto'o'nun da gitmek için can atıyor gibi bir hali vardı. Gittim, gideceğim derken hakkındaki en ciddi transfer dedikodusu Özbekistan'a gidebileceği yönündeki haber oldu. İskoçya'daki yeni sezon hazırlıklarının ilk kamp döneminde görüntülenen Eto'o bir daha bu konuyu açmadı, takımda kalmıştı ve sezon başı bilmiyor olsa da pişman olmayacaktı. Tabii gidişata istinaden konuşuyoruz, sezon sonu pişman da olabilir, futbol bu. Guardiola'nın ilgi ve şefkat göstermesi gereken isimlerden biri de Thierry Henry idi. Geçtiğimiz sezon hem İspanya'ya yeni gelmiş olması hem de yaşadığı ailevi sorunlar nedeniyle verimsiz bir sezon geçirmiş, "Henry de bitti hocam, ne adamdı be uzaydan gol atardı, tey gidi tey" söylemleri kulaklarını çınlatmaya başlamıştı. Üstüne bir de Euro 2008'de yaşanan Fransız rezilliği eklenince moral olarak iyice çökmüş olan Henry, Guardiola'nın abi nasihatlerine ihtiyaç duyar hale gelmişti. Pep'in içinde bulunduğu durumun eksileri kadar artıları da vardı mutlaka. Ayrık otları temizlenmişti. Üstelik hiçbir teknik direktörün hayır diyemeyeceği, Sevilla efsanesinin kilit oyuncularından ikisi Keita ve Dani Alves takıma kazandırılmıştı. Bir başka görev adamı olarak da Arsenal'den Hleb alındı ve Guardiola'nın eline her mevkide alternatifi olan, takım olma potansiyeline sahip bir kadro emanet edildi.
Başlangıç sancılı oldu. Alınan kötü sonuçlarla birlikte Henry'nin "Oynatmayacaksan bilelim hacı" sözlerine Yaya Toure'nin "Arsenal'deki abim Kolo Toure'nin selamı var, onbirde olmayacaksam inceden uzayayım" sözleri Guardiola'yı iyice zor duruma düşürmüştü. İlk maç 4-0 olduğu için formaliteden öteye geçmeyecek olsa da 1-0 kaybedilen Wisla Krakow maçının ardından La Liga'nın yenilerinden Numancia'ya 1-0 kaybedilen maç ile sezon açıldı. Bir sonraki maçta alınan 1-1 lik Santander beraberliği ile Laporta'dan başka kredisi olmayan Guardiola'nın varlığı sorgulanır hale gelmişti. Ne olduysa bu maçtan sonra oldu. Şampiyonlar Ligi'nde Sporting Lisbon'u 3-1 ile geçen Barça'nın imdadına o dönemde gelenin 5 gidenin 6 attığı Sporting Gijon yetişti (Bu arada bu takım rekor kırıp küme düşer dediğimiz Gijon toparlanmayı başardı, darısı başımıza). 6-1 sonucu takımın kendini yavaş yavaş toplamaya başladığının bir göstergesi oldu. Santander maçının ardından ŞL'deki 1-1 lik Basel beraberliğine kadar olan dönemde Barça 11 maç üst üste kazandı. Üstelik bu maçlardan birinde Atletico Madrid gibi bir takımı 6-1 gibi bir skorla geçtiler. Aldıkları bu aragazı ile birlikte de Basel maçının ardından oynadıkları 9 maçta sadece Getafe ile 1-1 berabere kalıp, geri kalan tüm maçlarını kazandılar. ŞL'deki 3-2 mağlup oldukları Shakhtar maçını saymıyorum çünkü o maçta sahada Barcelona B takımı vardı. Basel maçına kadar olan kısmı 1.Bölüm kabul edersek bu bölümde Barça'nın başarısı bazıları tarafından küçümsenmişti. Sadece Atletico maçının takdir edilebileceği, diğer maçların ise kolay ekipler ile oynandığı söyleniyordu. Pep bu eleştirileri ciddiye almadığına dair birkaç kelam etti ve 0-3 lük Sevilla, 4-0 lık Valencia ve son olarak 2-0 lık Real maçları ile demecinde samimi olduğunu kanıtladı.
Yerli, yabancı birçok sitede ve forumda tartışılan konulardan biri de Barça'nın nasıl olup da bu kadar çok gol attığı. Hücuma yönelik bir takımın çok gol atması doğal ama aynı zamanda savunmasında verdiği açıklar ile bir o kadar gol yemesi gerekir, Barça'da bu da yok. Konu ile ilgili verilebilecek en basit yanıt "Hücumunuzda Messi, savunmanızda Puyol olursa sonuç da böyle olur" olabilir. Aslında haklılık payı yok değil ama iyi oyunculardan kurulu birçok ekip var, hepsi bu başarıyı yakalayamayabiliyor. Takım oyununu iyi uyguluyor olmaları da bir başka yanıt. Doğru mu değil mi tartışılır ama benim en sevdiğim yanıt "Çok gol atıyor çünkü bu takım gol kaçırmıyor". Real maçında Casillas'ın çıkardığı toplar gibi istisnaları saymazsak bu tespit de bir bakıma doğru. Sonuçta oynanan bütün maçlarda tüm takımlar belli bir oranda gol pozisyonu yakalıyor, bazıları oluyor, bazıları olmuyor. Barça gibi kaçırmayanlar da Atletico maçında olduğu üzere 28 dakikada 5 gol atıveriyor.
Bu formun aynı çizgide ne kadar daha devam edeceğini göreceğiz ama hepimizin hem fikir olduğuna inandığım tek bir gerçek var ki, bu takımı izlemek büyük keyif veriyor...
4 yorum:
Hello,
well, Rijkaard is a nice man and this is his problem, especially because Laporta allowed many things to the players.
Regards,
http://saqueneutral.blogspot.com/
(a blog about sport in English and Español)
ty juan..
how could you understand this article if you cant write something here in turkish? anyway good day!
enteresan :)
yazının ana fikri rijkaard diye düşünmüş olmalı ama sorun değil tabi, yorum yapana sevgi ve saygımız sonsuz :)
please come here as much as possible juan ;)
o da diğer blogların ramonu olsun bari...
Yorum Gönder