Genelde kapitalizmin özelde endüstriyel futbolun kulüpler için bir numaralı hedefi, nasıl daha fazla para kazanabiliriz?
Örnek olarak kabul edebileceğimiz Avrupa’nın önde gelen kulüpleri bu sorunun yanıtının kurumsallaşmaktan geçtiğini kanıtladılar. Kurumsallaşmayı kısaca, bir kulübün kodaman bir başkana veya zengin yöneticilere ihtiyaç duymadan kendi giderlerini karşılayabilmesi olarak açıklayabiliriz. Tabi bu durum bizim gibi Akdeniz ülkelerinde biraz daha farklı işliyor. Egosu yüksek ve kulüp başkanlığını veya yöneticiliğini gerek çevre edinme gerekse daha ünlü birisi olma anlamında ticari kariyerleri için bir basamak olarak gören insanların çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede, yönetimlerin önceliğinin kulüplerini kurumsal bir yapıya kavuşturmak olmadığı çok açık. Anadolu kulüplerinde de aynı hastalık yaygın bir şekilde bulunuyor. Şehir kulübünü, oy veya reklam amaçlı kullanmak isteyen belediye başkanlarının sayısı da az değil. Herşeye rağmen uzun vadede bizim kulüplerimizin de takip edeceği yolun bu olması gerekiyor ve biz görür müyüz bilemem ama olacak.
Geçtiğimiz şubat ayında yayınlanan Uluslararası Muhasebe Araştırma şirketi Deloitte’nin Futbol Para Ligi 2008 araştırması ülkemiz medyasında da yer bulmuştu. Bu listeye girebilen tek Türk kulübü Fenerbahçe’nin 87,20 milyon Euro’luk gelirle önümüzdeki yıllarda Dünya’nın en çok kazanan futbol kulüpleri arasına girmeye aday olduğu söyleniyordu.
Aynı şirket sıralamada ilk 20’ye giren kulüplerin gelir ayrıntılarını da kamuoyu ile paylaşmıştı, ben bu ayrıntıları herhangi bir yerde görmediğim için paylaşmak istedim. Veriler büyük kulüplerin neden büyük olarak nitelendirildiğinin bir yanıtı olduğu gibi, İngiltere, Almanya gibi kuralcı ülkeler ile İspanya, İtalya gibi Akdeniz ülkelerinin gelir kaynaklarının karakterleri ile nasıl örtüştüğünün de bir göstergesi aynı zamanda. Bizim içinde bulunduğumuz grubun da Akdeniz ülkeleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabi bizim çok daha farklı sorunlarımız da mevcut. Örneğin ülkemizde bir maçı kaç kişinin izlediği hala bir muamma. Vergi kesintileri veya başka nedenlerden dolayı resmi rakamlar kamuoyu ile paylaşılmadığı gibi özellikle Anadolu kulüplerinde stada ücretsiz giren kişilerin sayısı da azımsanmayacak derecede. Real Madrid gibi bir kulübün bile toplam gelirinin dörtte birini stad gelirlerinden elde ettiği düşünülürse durumun vehameti daha çok ortaya çıkıyor.
2007 sezonu sonu itibariyle Dünya’nın en zengin 20 kulübü aşağıdaki listede yer alıyor. Bu sıraya göre değil, ülke bazında ayırarak verileri değerlendirdiğimizde de "ülke futbolu" kavramının içi boş bir söz olmadığını daha iyi anlıyoruz.
İspanya :
Real Madrid :
Real’in istatistiklerinde ilk dikkat çeken nokta gelirlerin 5 yıl içinde 193 milyon €’dan 351 milyon €’ya çıkmış olması. Bu gelirlein %23’ünü gişe gelirleri oluşturuyor. Şampiyonlar ligi de dahil olmak üzere yayın haklarından gelen paranın oranı %38, özellikle La Liga yayın haklarını Mediapro’nun toplam 1,1 Milyar €’luk bir değer ile almasının ardından Real’in havuzdan alacağı miktarda 41 milyon €’luk (%45) bir artış olmuş. Forma reklamı, sponsorluklar ve ürün satışlarından elde edilen gelirin oranı ise %39.
Barcelona :
Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış misali çok fazla rakamlara takılmaya gerek yok. Bu kulüpler çok zengin ve öyle olmaya devam edecekler. Bizim üzerinde durmamız gereken nokta gelir kaynaklarının oranları, o yüzden rakamlar üzerinde çok fazla durmuyorum.
Barça’nın gelirlerinde de kayda değer bir artış görülüyor. Gişe gelirleri Real’den biraz daha iyi, %31 oranında. Yayından %37, ticari anlaşma ve satışlardan da %32 oranında gelir elde ediyorlar. Neredeyse kusursuz bir dağılım var ve Real ve Barça’nın aslında İspanya’nın genel durumunda uymayan, daha profesyonel bir yapıda olduklarını bu tablolar ortaya koyuyor.
Valencia :
İlk 20’ye girmeyi başaran 3.İspanyol kulübü Valencia. Büyük ve önemli bir kulüp olsa da henüz Barça ve Real seviyesinde olmayan Valencia’nın yayın gelirlerine daha fazla ihtiyacı var ve bu tablo bizim ülkemizi ziyadesiyle andırıyor. Valencia’nın toplam gelirin %52’si yayın gelirlerinden oluşuyor.
İngiltere :
Manchester United:
76.000 kişilik Old Trafford stadyumu Manu’nun toplam gelirinin %44’ünü oluşturmuş. Yayından gelen 100 milyon €’ya yakın para gelirin sadece %29’u. Ticari gelirler de %27. İngiltere farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Yüksek refah seviyesi, çok kaliteli stadyumlar, pahalı bilet fiyatlarına karşı maçı tribünden izleme alışkanlığına sahip taraftarlar, bu üçlünün helvası da Manu ve türevleri oluyor.
Chelsea :
Bu bölümü Abramovich yazıp geçebiliriz ama işin aslı öyle değil. Her ne kadar İngiliz basını Chelski benzetmesini çok sevmiş olsa da Margaret Thatcher’ın da taraftarı olduğu Chelsea İstanbul Büyükşehir Belediyespor’dan bir parça farklı bir takım ve sağlam bir geçmişe, kemik bir taraftar topluluğuna sahip. Dolayısıyla Abram Kaka’ya fiyatını söyle koçum diyebiliyor olsa da Chelsea gelirlerinin tamamının kaynağı kendisi değil. Chelsea gelirlerinde de düzenli bir dağılım hakim ve Abramovich faktörü ile daha popüler bir takım haline gelen Chelsea’nin gelirlerindeki artış da dikkatlerden kaçmıyor.
Arsenal :
Arsene Wenger müthiş bir yetenek avcısı. Ogan Tarhan’dan duyduğum bir anektoda göre genç (genç derken en fazla 14) yaştaki oyuncularda aradığı ilk özellik topu durdurma ve istediği noktaya rahatlıkla atabilme imiş. Geri kalan ayrıntıları biz öğretiriz diyormuş. Öğrettiğine de şüphe yok tabii ki, özellikle Arsenal forvet oyuncularının plase vuruşlarının mükemmel olma geleneğini Wenger’den başka bir neden ile açıklayamayız. Bergkamp ile başlayan Henry ile devam eden geleneğin günümüzdeki temsilcisi Adebayor ve Wenger yaşadıkça bu durum aynen devam edecek. Zaten Wenger ile ilgili en önemli övgülerden biri aldığı ve sattığı oyuncuların gelir-gider dengesini bozmadan başarılı bir takım kurabiliyor olması. Emirates stadyumuna geçmesi ile birlikte Arsenal’in gişe hasılatı tavan yapmış ve Manu gibi toplam gelirin yarısını oluşturuyor. Bu artış toplam geliri de şaha kaldırmış durumda. Bir dengesizlik var ama 60.000 kişilik bir kemik tayfaya sahip takım için böyle dengesizliğe can kurban.
İtalya :
Milan :
Fatih Terim Fiorentina ile anlaştığında İtalyan kulüplerin yapıları hakkında daha fazla fikir sahibi olma fırsatı bulmuştuk. Klinik vaka Cecchi Gori’nin soyunma odasına dalma hikayelerini hepimiz hatırlarız. Araştırmanın yapıldığı dönemde Sky Italia, bugünlerde ise Mediaset’ten gelen 100 milyon €’nun üzerindeki yayın geliri Milan gelirlerinin %67sini oluşturuyor. Bizim durumumuza çok benzer bir yapıdalar. Gişe gelirleri ise sadece %13 ve son yıllardaki başarısızlığın bir yansıması olarak toplam gelirlerinde küçük (12 milyon €) bir düşüş söz konusu. Ronaldinho ile en azından ürün satışı anlamında bir parça artış olacaktır.
Inter :
Inter’in gelir dağılımı da hemen hemen Milan ile aynı. %66’lık yayın gelirine karşılık %15’lik gişe hasılatı. Yayın gelirlerinin düşmesi ihtimaline karşılık hala Moratti’nin başkanlığına muhtaç durumdalar.
Roma :
Ülke futbolu kavramının içi boş bir söz olmadığını söylemiştik. Roma ile İtalyan takımlarını üçlediğimizde de bu durum kanıtlanmış oluyor. Yayın gelirleri %66, gişe hasılatı sadece %15. Tabi bu üç kulübün toplam gelirinin önemli bir kısmının yayın gelirleri olmasında ligi üst sıralarda tamamlamış olmalarının da bir etken olduğunu unutmayalım. Roma’da bizim kulüplerimiz gibi maçlar yayınlandıkça para akan kulüplerden biri. Tipik bir Akdeniz kulübü.
Almanya :
Bayern Münih :
Renkli ve dolu Alman tribünleri tabloya %48 oranındaki ticari gelirler ile yansıyor. Formasız kimse yok gibi sanki. Gişe hasılatı toplam gelirin dörtte biri, yayından ise sadece %27 gelir elde ediyorlar. Bayern’in de gelirlerinde bir parça artış var ve bu sene Şampiyonlar Ligi ile birlikte biraz daha artış olması kaçınılmaz. İngiliz takımlarının gişe hasılatı anlamındaki dengesizliği Alman takımlarında ürün satışları olarak ortaya çıkıyor ama her ikisinin de ortak bir özelliği var. Aktif ve takımına sahip çıkan taraftarlar. Takımının iç sahadaki her maçına giden, elinden geldiğince deplasman yapan taraftarlar için yayın gelirlerini arttırmak asli amaç olmasa gerek.
Hamburg :
Hamburg için de neredeyse kusursuz bir denge hakim. Bunun anlamı yeterli derecede yayın geliri (%30), dolu tribünler (%36) ve tribüne gelmiş olduğunun bilincindeki taraftarlar (%34). Hamburg gelirleri de artış trendinde ama Van der Vaart’ın satışı bu tabloyu nasıl etkiler bilinmez. Bence denge biraz şaşar ama toplamda büyük bir değişiklik olmaz.
Schalke :
Schalke’nin de ticari gelirlerinin oranı dikkat çekiyor ve tablo oranlarında bir değişiklik olacaksa ticari gelirler lehinde olacak gibi çünkü forma reklamı Gazprom ve forma üreticisi Adidas ile 2015 yılına kadar sürecek bir anlaşmaları var. Gişe oranı yine dörtte bir, yayından gelen paranın oranı da %30. Almanlar dengeli ve düzenli insanlar.
Fransa :
Lyon :
Beklenenin aksine, Akdeniz kıyılarına yaklaştıkça insanlar tribünlerden sıcak yuvalarındaki TV karşısına doğru harekete geçiyorlar. Lyon’un yayın gelirleri de toplam gelirlerinin yarısı. Gişe hasılatı oranı İtalya’daki gibi %15’ler seviyesinde. 2010 yılında 60.000 kişilik yeni stadyumlarına geçip, 36.700 olan ortalama seyirci sayısını arttırmayı planlıyorlar. 36.700 ortalama fena bir sayı değil aslında ama bu sayıları kulüplerin potansiyellerini göz önünde bulundurup değerlendirmekte fayda var. Bahsi geçen kulüp Fransa’nın son 10 yılına damgasını vurmuş bir kulüp ve hali hazırda bir numaralı şampiyonluk adayı. Bu sayıların rekabet eksikliğinin getirmiş olduğu sıkıcılığın bir yansıması olması da muhtemeldir.
Marsilya :
İlk 20’ye girebilen ikinci ve son takım Marsilya. Seyirci ortalaması 49.000 olunca gelir oranı da %19’a yükselmiş ama Marsilya için de yayın geliri olmazsa olmaz. Fransa ligindeki tüm takımlar için bu oranların üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu tahmin ediyorum, sadece pastanın çapında bazı değişiklikler olabilir.
Sonuçta görüyoruz ki bizim kısmen boş stadyumlarımız, çoğu kulübümüzün henüz resmi ürün satış merkezleri olmamasıyla birlikte büyük ölçüde maddi nedenlerden dolayı istenen seviyede olmayan ürün satışları ve yayın gelirlerine çok büyük oranda muhtaç kulüplerimiz aslında hala bir dönüşüm sürecindeler ve bazı uç takımlar haricinde diğer Akdeniz ülkelerindeki takımlardan çok da farklı bir yapıda değiller. Fransa örneğinde söylediğim gibi bizim pastamızın çapı biraz daha küçük hatta Anadolu kulüpleri hala ek pasta kıvamında ama umutsuzluğa kapılacak bir durumda değiliz ve gelen veya gel(e)meyen isimlere baktığımızda da küçük de olsa bir ivme içinde gelişimimizi sürdürmeye devam ettiğimizi görüyoruz.
Tabi tüm bu liglerden farklı adalet( !) anlayışımızında rekabet denilen olguyu toprağın altına gömdüğü bir gerçek. Bunu kulüplere dağıtılan yayın gelirlerinin dağılımından rahatlıkla görebiliriz.
Son grafik olarak da böyle olursa böyle olur diyerek şampiyonluk sayıları tablosunu verelim.
Görüldüğü üzere 3,5 takımlı ligimizde rekabet ile birlikte kalitenin artacağına olan inancımız sıfır ya da bu durumdan çok memnun bazı güçler buna izin vermiyor. Adalet güçlünün yanındadır, kabullenmesi zor olsa da Türk futbolunun tek cümle ile özeti bu. Yine de gün doğmadan neler doğar demek istiyorum, hala umudumu korumamı sağlayan tek şey futbolun kendine has ve yeri geldiğinde kimsenin müdahalesine izin vermeyen bir sihiri olması.
En başta da belirttiğim gibi bu bir yol ve sonuçta varılacak nokta da belli, tek merak ettiğim ben kurumsal Kocaelispor’u görebilecek miyim ? Yoksa ehvel-i şer seviyesinden öteye geçemeyen başkan adaylarının atışmalarını izlerken mi terk-i diyar edeceğim ? İşte bütün mesele bu.
0 yorum:
Yorum Gönder