16 Aralık 2010

Öz Yurdunda Garipsin, Öz Vatanında Parya!


Yoğun iş temposu içinde maçı izlemek için kahvehane aradığım yer Uzuntarla'ydı. Bilmeyenler için söyleyeyim; İzmit-Adapazarı arasında, içlerine doğru gidildikçe doğal güzellikler barındıran ama yol üstü olması dışında hiç de popüler olduğu söylenemeyecek bir beldemizdir.
Bu maç için iş kaderinin beni Adapazarı'na doğru sürüklemesi de tuhaf bir anı olarak kalacak aklımda ama yine de şükür, ya stada yakın bir yerlerde çalışmak zorunda kalsaydım? Aksilikler üst üste gelmeseydi maça da gidecektim tabii ki ama iş diye bir hayat gerçeğimiz var, bu satırları yazabilmek için de elektrik ve internet ücretini ödemek gerekiyor.
Konuyla bağlantılı ilk edeceğim kelam, lafa gelince futbola olan-olmayan ilgiden yakınan, sözüm ona futbolun yaygınlaşması ve stadların dolması için çaba sarf eden ama yaptıklarıyla aslında hiçbir şeyi bizim kadar bile umursamadığını anladığımız federasyona olacak. 2010 yılında ülke futbolu 5.şampiyonunu çıkarmışken hala daha diğer şehirlere ve alt liglere olan bu ilgisizlik nedendir?? Gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum.
Bre gafiller! Bu ülkede ligi, statüsü, dini, imanı olmayan, takımların içinde bulundukları durum ne olursa olsun hatta herhangi bir iddiaları olsun ya da olmasın hayati derecede önem taşıyan maçlar vardır!
Karşıyaka-Göztepe gibi, Adanaspor-Adanademirspor gibi, Kocaelispor-Sakaryaspor gibi.
Hiç mi umursamazsınız? Hiç mi kulağınıza çalınmaz? Bu maçı hafta içi, hem de bir de gündüz oynatmak nasıl bir zekanın ürünüdür? Ya da bu nasıl bir aymazlık, nasıl bir umursamazlıktır?
Ama bizde de suç yok değil, insan bazen iğneyi kendisine batırıp çuvaldızı ikram etmeli. Evet haksız olduğumuz bir yanımız var.
Çarşamba günü, yaklaşık 5 derece soğukluğunda ve 13:30'da oynanan bir Spor Toto 2.Lig Kırmızı Grup maçına 13.000 kişi giderse, adamlar da seni önemsemez.
Üstelik takımının başkanı, yönetimi yok iken, üstelik futbolcuların aylardır para almadan oynuyor iken, takımın yaş ortalaması birkaç futbolcu hariç 20 iken, 6 puanın silinmişken, Vali'den başka takımın yüzüne bakan bir şehir büyüğü yokken, o da olmasa takımın deplasmana bile gidemeyecekken, kulüp personeli açken ve hatta Allah rahmet eylesin ikisi intihar etmişken, kulübe gelen haciz memurlarını taraftar temsilcileri ikna ediyorken, milyonlarca lira borcun Azrail gibi tepende beklerken...ken..ken...ken...
Yazarken yorulduğum bunca olumsuzluğa rağmen üzerinden ölü toprağını atan futbol aşığı bir kent var. Burada, Türkiye'nin para merkezinde! Deyimi doğru bir şekilde kullanmış olmayacağım ama "Tok evin aç kedisi" diye asıl buna derler. Şehri yöneten kişiler şehrin gerçeklerine nasıl bu kadar uzak olabilirler? İşte bu da bir Türkiye gerçeğidir. Gelişmiş hiç bir ülkede böyle bir manzara ile karşılaşamazsınız. Ya Kuzey Kore'de olur ya da Pakistan'da, Sudan'da, Bangladeş'te ya da Türkiye'nin merkezine 45 dk uzaklıkta, burada!
Maçtan bahsetmek bile istemiyorum aslında ama iki kelam edeyim, adet yerini bulsun. İlk yarı daha dengeli bir maç olmuş olsa da yine biz daha iyiydik, ikinci yarı ise özellikle 54:54'de attığımız ilk golün ardından kontrol tamamen bizdeydi, kontraları değerlendirebilsek 5-6 bile olurdu. Aradaki en belirgin fark reklamsız yeşil formalıların yüreği vardı, ruhu vardı!
Maçtan sonra yaşananlar ise Brave Heart'ın finalinden bile daha etkileyiciydi. Zaten kahraman olan ama bonus olarak da maçın kahramanı olan Kaptan Serdar'ın eline mikrofonu alıp, ilk defa bu kadar dolu gördüğümüz protokol tribününe ithafen yaptığı "Bu takıma sahip çıkın!" konuşması, Bilal'in elinde bayrakla sahayı turlaması, santraya dikilen "Efsaneler Ölmez!" bayrağı ve kendinden geçmiş 13.000 Körfez sevdalısı futbolun ne menem birşey olduğu konusunda tekrar filozof etti bizleri. Tabii ben tüm bunları üstünden bir süre geçtikten sonra yazabiliyorum, o sırada "Zafer Sarhoşluğu" deyiminin canlı örneği olmakla meşguldüm.
Körfez bu kez üst liglerdeki başarılarıyla değil, takımına sahip çıkmasıyla, karşılıksız sevgi besleyen taraftarıyla, hoca-futbolcu-taraftar bütünlüğüyle tarih yazıyor.
Pek muhterem kent büyükleri! Şimdilik bizi izlememeye devam edin. Nasıl olsa eninde sonunda mecbur kalacaksınız!



Başlıkla ilintili;
Necip Fazıl'ın Sakarya Türküsü şiirinin bir yanıyla bizi anlatıyor olması ayrı bir ironidir. Kuşkusuz şiir çok daha ulvi anlamlar taşıyor, çok daha ciddi bir ifadesi var ama iki satır alıntıyı alt alta yazınca günümüz Sakarya'sına da uydurabiliriz.
Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya,
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!


14 Aralık 2010

Golün Adı Saffet!


İşin aslı ilk evvela Öykü Serter'e olan yoğun hayranlığımdan dolayı izlemeye başlamıştım "Bank Asya 1.Lig Günlüğü" programını. Sonraları, programa verilen emek ve Türkiye televizyonlarında rastlayamadığımız kalitenin de programın "İçindekiler" girişinde bulunduğunu gördüm ve programa olan bağlılığım günden güne arttı hatta Körfezimizin 2.Lig'e düşüşü sırf bu program yüzünden daha bir koyar oldu bana.
Geçtiğimiz programlardan birinde Ahmet Dursun konuk olmuştu programa ama hem Kocaelispor'lu günleri onun hafızasında pek yer etmediği hem de cümle kurma özürlü olduğu için pek bahsimiz geçmemişti, hoş söz konusu isim Ahmet Dursun olunca geçmemesi daha evladır diye düşünmüştüm.
Taraftarlarımız bilir, 2002 yılında, İnönü'de oynanan ve Ünsal Çimen adamının yönettiği bir BJK maçında Ahmet Dursun'un 90+8'de hem el hem ofsayt marifetiyle attığı golle maçı kaybetmiştik ve o gün -tabii ki sadece gol attığı için değil ama- hem golün atılış şekli hem de bu kadar büyük bir adaletsizliğe alet olması sebebiyle Ahmet Dursun bizdeki yerini tamamen kaybetmişti. Bank Asya'da yine 2 sezon misafirimiz olmuş olsa da geçici olduğu çok belliydi, pek üstünde durmadık.
Bu akşam ki programın konuğu ise efsanelerimizden Saffet Sancaklı'ydı. Zaten futbolculuk günlerinden beri nev-i şahsına münhasır bir isim olan Saffet daha programın başında ilk konu olarak Kocaelispor'dan bahsetti. Birebir olamamakla birlikte, aklımda kaldığı kadarıyla;
"Kocaeli bir futbol kenti ve böyle bir kentin takımına tüm şehir büyükleri, mülki amirler sahip çıkmalı. Bu tip şehirlerin takımları için kurtuluş hiç de zor değil. Doğru bir yapılanma ve yardımlarla bir yılda bile kurtulur. Gerekirse biz de Büyükşehir Bld. Başkanı ve diğer büyüklerle bir araya gelip çözüm için yardımcı oluruz. Balıkesirspor maçına 13.000 biletli seyirci gelmiş. Bugün büyükler bile bu sayıya ulaşamayabiliyor." dedi özet olarak.
Anlaşıldığı üzere aslında bizim söylediklerimizden, daha doğrusu Kocaelispor'un kurtulmasını isteyen genel kanıdan farklı birşey söylemedi ama bu sözleri bu programda ondan duymak ben tek kelimeyle mest etti. Program için hazırlanan ve Saffet'i anlatan videoda "90'lı yıllarda Kocaelispor ile yağmalamadıkları stadyum, yenmedikleri takım kalmadı" denmesi de ayrı bir mest kaynağıydı. Yine işin aslı şunu söylemeliyim ki bu kötü günlerde Kocaelispor'un adını ve tarihindeki başarıları nerede duymuş olsam inanılmaz mutlu oluyorum.
Çünkü ben, yaşıtlarım ve benden büyükler biliyor ki Kocaelispor bu değil. Kocaelispor'un potansiyeli iki kere bu değil. Kış uykusuna yatmış muhteşem bir doğal yaratık gibiyiz. Sadece uyanmayı bekliyoruz ama bizimkisi daha çok Yedi Uyuyanlar hikayesine dönmeye başladı. Biz uyurken kendimizi aynı kulvarda kabul ettiğimiz Bursaspor 5.şampiyon oldu. Herkes iyi kötü ayakta kaldı. Bir tek bizim canımız çıktı altta kalanlardan.
Daha önceki postlarda Saffet'e de sitem etmişliğim var. Özellikle harikalar yarattığımız 92-93 sezonunun ikinci yarısındaki tarihi düşüşünü asla unutamam ama yaptıkları da bakidir ve Kocaelispor'un en güzel dönemlerinden birine damgasını vurmuştur, saygımızı ve sevgimizi kazanmıştır.
Bana bu şekilde maziyi hatırlatan olaylar olunca ve o maziye adını altın harflerle yazmış isimleri görünce "Bu film böyle bitmeyecek!" düşüncem daha koyu harflerle beliriyor kafamda. Evet çok kötü durumdayız ama hala bu kulübü önemseyen azımsanmayacak sayıda insan var. Yıllardır hazıra alışıp, normal şartlar altında tek görevi olan taraftarlığı yapmış ama bu günlerde bütün iş, sosyal hayatının yanında Kocaelispor'u da dert edinmiş binler, onbinler var ve herkes dinamiti ateşleyecek birisini bekliyor.
Vali de olabilir bir başkası da, umrumda değil.
Yine bu akşam yayınlanan programda yaşanan, belki kimine göre önemsiz ama bence çok anlamlı, en azından benim duygu dünyam, ruh halim için çok önemli olaydan yola çıkarak diyebilirim ki henüz fitil ateşlenmedi ama birileri uğraşıyor, boşa giden kibritler asla "hiç" anlamını taşımıyor ve umuyorum yakın zamanda o kibritlerden biri fitili ateşleyecek.
İşte o patlama anı bu fani Dünyadaki dertlerimizden birinin sonu olacak, ışık görünecek.
Fotoğrafı daha önce paylaşmıştım. "Nev-i şahsına münhasır" tanımı havada kalmasın diye tekrar paylaşayım ve Saffet Sancaklı, %85 pamuk, %15 likra çoraplarına kurban olayım!

05 Aralık 2010

Çakma Güiza


Tokatspor maçının devre arasında WC'ye, simit, su, ayran almaya gitmeyenlerin keyfi yerindeydi. Her maçta olduğu üzere yedek oyuncular devre arasından yararlanıp sahaya ısınmaya çıkmışlardı. Bizim bulunduğumuz numaralı B tribününün önünde ısınan Tokatspor'lu oyunculardan biri diğerine orta yaptı, ortada bulunan Tokatsporlu oyuncu ise gelen topu altıpas içinden, boş kaleye ağlara göndermek yerine üstten auta ve üstelik neredeyse tribünlere kadar gönderdi. Muhtemelen o ana kadar herkes boş bakışlarla ikinci yarının başlamasını bekliyordu ama anlaşıldı ki herkes böyle bir makara fırsatına muhtaçtı. Alkışlar, top ona geldiğinde Ooley! çekmeler ve nihayetinde yapılan Güiza gol gol gol! tezahüratı devre arasını en az maç kadar keyifli hale getirdi.
İkinci yarı oyuna girince gol atacağından ve golü attıktan sonra da bizim bulunduğumuz tribüne gelip "Evet, şimdi dinliyorum" hareketi yapacağından endişe ettiğimiz o oyuncu Sinan Özkan. 1986 Fransa doğumlu, futbol hayatına St.Etienne'de başlamış ve 2005 yılından beri Türkiye'de 6 farklı takımda forma giymiş, Tokatspor 7.takımı ve artık Kocaeli'de kendisinin de unutamayacağı bir anısı var.
Devre arasını renklendirdiğin için teşekkürler Güiza...

Borcundan Büyük Yüreği Olanlar


Kaybetmeden geçilen 12 maç, içinde bulunduğumuz şartlar itibariyle muhteşem bir istatistik olsa da biz insanoğlu güzele çok kolay alışan bir yapıya sahip olduğumuz için artık beraberliklere üzülür olduk.
İlk yarıdaki ayağa pas oynayan, rakibi oynatmayan, istekli, hırslı takım ikinci yarı yerini eski, kötü günlerdeki takıma bırakmamış olsaydı maçı kazanmamız işten bile değildi. Hele attığımız goldeki serbest vuruş organizasyonu gerçekten görmeye değerdi. Hatta diyebilirim ki Süper Lig'de oynadığımız dönem de dahil yaptığımız en güzel duran top organizasyonuydu.
Bu takımı izlemenin en keyifli yanı, hepsi için geçerli olmasa da bazı oyuncularımızın zaman içinde gösterdiği gelişmeyi yakından takip edebiliyor olmak. Bu oyuncular içinde Gökhan Meral'i farklı bir yere koyuyorum. Henüz her maç aynı performansı gösterecek kadar istikrarlı olamamış olsa da hem sürati, hem günden güne gelişen top hakimiyeti, pas, orta tercihleriyle bölgesinde başka bir alternatif aratmayacak duruma gelmiş olması çok sevindirici.
Genç bir takım olmanın en zor yanı bu tutarsızlık olsa gerek. İlk yarı gayet sakin, kontrollü, mümkün olduğunca risksiz oynayan takımımız bunun sonucunda da hem golü buldu hem ciddi bir pozisyon vermedi hem de genel anlamda maçın kontrolünü elinde tuttu. İlk golden sonra bulduğumuz bir pozisyonda Serdar biraz daha dikkatli hareket etseydi, ikinci golü bulup maçı tutabilirdik ama olamadı.
İkinci yarı başladığında ise henüz 50.dakikada zeminin küçük çaplı bir havuz haline gelmesinin azizliğine uğrayan Ercan'ın ayağının kaymasıyla pozisyona giren Yaşar golü buldu. Zaten ne olduysa o dakikadan sonra oldu. Golle birlikte moral bulan bir Tokatspor ve bir anda sahada ne yapacağını bilmez halde hareket eden bir Kocaelispor çıktı ortaya. Özellikle Metin Erol'un kaleden çıkıp, üstüne bir de çalım yediği ama Tokatspor'un gol yapamadığı pozisyon tam bir korku filmi sahnesi gibiydi.
İkinci yarı oyun kimliğimizi kaybettiğimizden bahsederken Tokatspor'un da hakkını yemeyelim. Geçen haftaki Elazığspor'dan çok daha kaliteli bir oyun sergilediler. Özellikle 29 numaralı formasıyla Jan Koller çakması Yaşar'ı hayranlıkla izledik. Tam olarak bilmemekle birlikte 2 metre civarındaki boyuna rağmen üst düzey diyebileceğim ayak hakimiyeti ve vücudunu yerinde kullanıp arkadaşlarına pozisyon hazırlamakta gösterdiği ustalık en azından Bank Asya'da çok rahat oynayabilecek kapasitede olduğunu gösteriyor ve belki hatta doğru bir takımda doğru kullanılırsa Süper Lig'de bile oynayabilir. Tabii tüm bunları tek bir maç ışığında düşündüğümü de unutmamak lazım.
Başta dediğim gibi bu şartlar altında alınan bir puana sevinmek gerekiyor olsa da namağlup geçilen 12 maçın gazıyla en azından iç sahadaki maçları kazanıp -6 puana rağmen playoff hayali kurmaya başlamak istiyoruz. Son 12 maçın 5 tanesinden galip ayrılmış bir takımdan, hele bu şartlarda çok fazla şey istiyoruz ama bizi de onlar alıştırdı.
Bence en güzel pankartlar, en güzel sloganlar en zor zamanlarda ortaya çıkıyor ve bu fedakar kadro için en güzelini fotodaki pankart söylüyor;
"Paranız ödenir, hakkınız asla!"

11 Ekim 2010

Grafiti



Ruslar olayı aşmışlar. Bizim Merkez Bankası'nın arka tarafındaki D-100 çıkışı duvarlarında da futbol ile ilgili olmasa da güzel örnekler mevcut.

Sesimi Duyan var mı?


Bu ahval ve şerait içinde bile olsa, insan galibiyet bekliyor desteklediği takımdan. O takım o armayla o sahaya çıktığında herşey unutuluyor, hatta rakip bile. Daha 2 sene önce Ali Sami Yen'de Galatasaray'ı 5-2 yenen, Şükrü Saraçoğlu'nda Fenerbahçe'yi elinden kaçıran takım, şimdi Eyüpspor'a karşı mahkum oynuyor. En iyi oyuncu kaleci Metin Erol oluyor. Bunu hazmetmek gerçekten çok zor ama gerçeklerle yüzleşeli çok oldu. Bir puan bir puandır diyoruz maçtan sonra ve puanımız sıfıra "yükseliyor". Sonunda sayı doğrusunun sol tarafından kurtulduk, ortaya geldik, bu koşullarda fena da gitmiyoruz hani, belki haftaya sağını da görürüz.
İyi gitmeye başladık derken bile bir parça kendimizi kandırmaya devam ediyoruz aslında çünkü 31 Ekim tarihine kadar Süper Lig'de transfer ettiğimiz Sırpların parasını ödemezsek küme düşürüleceğiz. O zamana kadar bu problem nasıl çözülecek hiçbir fikrim yok ama nasıl bir plan-program yapıldıysa 8 Kasım tarihinde de kongre olacak. Küme düşürülürsek o kongre neye derman olacak bilmiyorum. Muammer Çelik yaptığı onca muhteşem kavgaya rağmen artık taraftarın gözünden düştü. Bizim sorunlarımız baya ağır siklet sorunlar, Çelik Başkan ise sorunlar karşısında artık tüy siklet kaldı. Her seferinde ringe dönüp "şimdi sıçtım ağzına" tavrı yürekli ve iyi niyetli bir insan olduğunu gösteriyor olsa da, dışarıdan bakıp helal olsun dememizi sağlasa da sonuç belli ve ne boş yere kürek çekmenin, ne de kendisini daha fazla yıpratmasının anlamı yok gibi görünüyor ama işin çok daha kötü bir tarafı var, o da bu tüy siklet cengaver ringden çekilirse, bizim formamızı giyip ringe çıkacak bir kişi daha bulamayabiliriz ya da bulduklarımız çok daha kötü olabilir.
Dört ucu boklu bijon anahtarı haline geldik kısacası.
Kulüp kapanmadan bir çare bulunması şimdilik hiç hesapta olmayan mucizevi bir olaya bağlı gibi görünüyor. Yaşanan Fuat Donay olayının da can alıcı noktası bu zaten. Tüm çarelerin tükendiği, umutsuzluğun dibe vurduğu bir anda elinde bir çanta dolusu parayla adamın biri çıkageliyor. Dolandırıcı olma ihtimali her zaman mümkün olsa da şartlar o kadar kötü ki akla gelen ilk olasılık kesinlikle o değil ama hayat da o kadar adil ya da cömert değil.
Son iki yıldır o kadar kötü günler geçirdik ki bir deyim dilime pelesenk oldu.
"Sinekten yağ çıkarmak"
Ve ben yine sinekten yağ çıkartıp sıfır puana yükselmiş, lige yeni başlıyor oluşumuzun keyfini sürmeye çalışıyorum.
Malum, Kasım ayı geldiğinde Eyüp'ten 1 puan aldığımız için sevineceğimiz bir takımımız bile olmayabilir.


07 Ekim 2010

Sorması Kolay!


Özgür Kocaeli gazetesi internet sitesinde yapılan bir anket.
Elim el vermiyor, yanıtlayamıyorum.



BU KALEM uygUN


Kocaelispor'dan yolu geçip de ölesiye nefret ettiğim tek adamdır Bülent Uygun. Şampiyonluğa gittiğimiz 1992-1993 sezonunda 2.ligden gelen kadronun bir parçasıydı. Yükselmesi için kendisini göstermesi gerekiyordu mutlaka ve o yıllarda İstanbul takımları transfer konusunda pek de hassas değillerdi. Azıcık parlayan her adam yüksek sıfırlı kontratları görünce bu takımlara transfer oluyor, Saffet, Bülent gibi kimi örnekler hedefi vurmayı başarsa da azımsanmayacak kadar çok sayıda futbolcu o hengamede eriyip gidiyor ve Anadolu kulüplerine U dönüşü yapıyorlardı.
Fenerbahçe'nin Bülent efendi aşısı tutmuştu. Transferinden sonra orada başarılı günler geçiren Bülent, gol kralı bile oluyor, asker selamı ile taraflı tarafsız herkesin sempatisini kazanıyordu.
Ama bu topraklarda Bülent'i diğerlerinden daha iyi tanıyan birileri vardı. Kocaelisporluların Dünyada bile eşi benzeri görülmediği şekilde kurdukları  "2.Ligden yükseldiği ilk sene şampiyon olan takım" hayali, kale içten fethedilmiş olduğu için sekteye uğruyor, ilk yarı fırtına gibi esen takım ikinci yarı resmen frene basıyor ve Körfez ligi 4.sırada bitirerek UEFA Kupası'na katılma hakkı elde ediyordu.
İçten fethedilen kalenin "askerlerinden" biri de Bülent'ti. Bülent ilk yarı çok iyi bir performans göstermiş, takımın başarısında büyük bir rol oynamıştı ama bilinmiyordu ki Bülent'in bu hırsı, bu isteği sadece küme düşmesi kesinleşmiş bir takımın kendisini göstermek isteyen oyuncusu halet-i ruhiyesinden ibaretti. Muhtemelen iyi oynadığı ama kaybedilen bir maç sonrası hiçbir üzüntü duymuyor, onu İstanbul'a götürecek olan abilerinden tam not almış olmanın sevinciyle evinin yolunu tutuyordu.
Biz Kocaelisporluların çok iyi bildiği bir gerçeği, Ege Görgün e-kolay.net'te yayınlanan 28.12.2007 tarihli yazısında çok açık bir şekilde belirtmiş. O yazıdan bir bölüm der ki;
"Sonra Bülent Uygun’un Kocaelispor’un şampiyonluğa koştuğu 15 sene önceki o sezonla ilgili açıklamaları geldi: İstanbul takımları istiyor sizi, ikinci yarıda fazla zorlarsan kendini sakatlanırsın gidemezsin, dediler bize. Başta ben olmak üzere konsantrasyonumuz bozuldu.”
92-93 sezonu Kocaelisporunda ikinci yarıyı bu psikoloji ile geçiren Bülent, bir sonraki sezon Fenerbahçe'ye transfer oldu, başarılı da oldu, bol para ve şöhret kazandı. Artık tüm Türkiye'nin tanıdığı popüler bir isimdi ve bu popülerliğin rüzgarıyla önce menejerliğe sonra da teknik adamlığa adım attı.
"Sattığı takım" bir İstanbul takımı değil, Kocaelispor olduğu için de yaptığı bu açıklamalar kamuoyunda pek yankı bulmadı, hoş bu açıklamaları yapmasaydı da biz gerçeği biliyorduk, artık onu tanımıştık.
Yıllar yıllar kovaladı ve antipatikliğinden hiçbirşey kaybetmeyen Bülent -bana göre es kaza- Sivasspor ile iki başarılı yıl geçirdi ama Bülent Başkan'ın balonu çabuk patladı, Sivas mucizesi fos çıktı ama Bülent yılmadı, Bursaspor'un şampiyonluğundan sonra yaptığı açıklamada "Sivasspor'un açtığı yol" gibi komik zincirleme isim tamlamaları ile antipatiklikte sınır tanımadığını birkez daha ortaya koydu.
Bizim yaşadığımız olaydan 18 yıl sonra bugünlerde yaşamış bulunduğumuz olaylar patlak verdi.
Kuvvetle muhtemel kendisine takım bulamadığı için Bucaspor ile anlaşan Bülent bulduğu ilk fırsatta vitesi "R" yaptı ve Rıza Çalımbay'ın görevine son veren, sözüm ona da Bucasporda görev yaparken Bülent'le hiç görüşmemiş olan Eskişehirspor'un yolunu tuttu.
Yakın zamanda Thomas Doll bir açıklama yapmıştı "Türk hocalar birbirinin kuyusunu kazıyor" diye ama bu kadar aleni, bu kadar utanmadan yapılanını da ilk defa gördük.
Belediye takımlarının gereksiz takımlar olduğuna inanırım ama çalışanlarının asla değil. Şimdi Galatasaray'dan teklif aldığı halde bu teklifi "etik olmaz" diye reddeden Abdullah Avcı'yı, onun bu saygıdeğer tavrını, kendine güvenini bir kenara koyalım, bir de Bülent Uygun'un yaptığı bu arkadan vurmayı, satışı, bencilliği. Eskişehirspor'a da kesinlikle yakışmayan bir hareket, hoca mı kalmadı da gidip en karakter erozyonu adama muhtaç kaldınız? Şimdi kim daha gereksiz??
Amaca giden her yol mübahtır der Makyavelli. 2010 Dünyasındaki bu insanlık dışı mantık Türk futbolunun küçük bir özeti gibi sanki. Alın size futboldan soğumak için bir neden daha.
Biz Bülent'i 18 yıl önce tanıdık, siz henüz tanıdıysanız yine de şanslısınız çünkü görüldüğü üzere hala tanıyamamış olanlar var...

01 Ekim 2010

Evvel Zaman İçinde, Futbol Futbol iken...


Haber 1975 yılından. Bugün böyle bir manzara ile karşılaşsak nasıl bir tepki veririz acaba?

22 Eylül 2010

Nükleer Patlama

Kapanması imkansız bir borcu olan, hiç kimsenin sahip çıkmadığı, taraftar olarak da tam anlamıyla organize olamayan, olanların da yaptıklarının çok yetersiz kaldığı eski bir efsaneyiz artık.
Gün geçtikçe bu kadar üzülüyor olmanın işin sonunda hiçbir anlam ifade etmeyeceğine daha bir inanmaya başladım. Gidişat iyice LOST tadı vermeye başladı, işler karıştıkça karıştı, saçmalıklar aldı başını gitti. Hele o ulusal medyaya da yansıyan Şener Şen filmleri senaryosu misali yaşadığımız Fuat Donay olayına hiç girmek istemiyorum. Tek diyeceğim az bile dövdüler.
Muammer Çelik artık kelimenin tam anlamıyla tek başına. Daha kötüsü o da maddi manevi tükenmiş durumda. Deplasman masrafları bile TFF tarafından karşılanıyor. Futbolcular paranın üzerinde Atatürk resmi olduğunu bile unuttular, tesislerde yemek namına tek yumurta çıkıyor, o da sade yumurta. Antrenman namına yapılan tek şey kaleci Metin'i hedef alıp şut çekmek. Bugün takım hala can vermemiş, en azından can çekişme seviyesindeyse bunu iki tane deliye borçlu. Delilerin biri Muammer Çelik, diğeri Serdar Topraktepe.
Çelik'in yaptıkları az çok biliniyor. Serdar ise biraz daha ibadet gizli yapılır havasında. Onun yaptıklarından ya birilerinin kulağına çalındığında ya da takım içindeki tanıdıklarımız bize anlattığında haberdar oluyoruz. Deplasman otobüsünün masraflarını karşılamak, genç oyunculara ve tesis personeline maddi yardımlarda bulunmak gibi tuhaflıkları mevcut kendisinin.
Son boktan gelişme de yine Serhan Gürkan zamanından kalma, zaten her bokluk onunla başladı, daha da kurtulamadık. Sırpların ödenmeyen parası yüzünden 6 puanımız silindi. Daha doğrusu krediden yedik, malum daha 6 puanımız yok, olur mu onu da bilmem.
Bu para belirlenecek birkaç ay içinde ödenmezse de küme düşürülecekmişiz. İşin aslı artık o da sorun değil, bu gidişat ile zaten yine düşeceğiz. Hiç değilse süreç hızlanır, bir kerede biter işimiz, ne olacaksa olur.
Açıkçası artık kulüp kapanacaksa da kapansın düşüncesindeyim. Kulübün kapanması halinde tüm borçlar eski kulüp yöneticilerine kalıyormuş. Serhanlar, x'ler, y'ler düşünsün ondan sonra. Aldıkları gibi versinler. Hazmetmesi, kabullenmesi çok zor ama gerçekler çok acı, olacağı bu.
Nükleer santraldi Kocaelispor. Ortalarda kimsecikler yokken atomu parçaladık biz. TFF'de küçük de olsa bir kanalımız, bir bölümü için konuşuyorum biraz daha dürüst futbolcularımız olsaydı, o dönemin hakemleri, federasyonu biraz daha cesur olsaydı 5.şampiyon çoktan çıkmıştı hatta o gazla bence araya 2-3 takım daha girebilir, Türk futbolu 20 yıl ileri giderdi. Olmadı ama herkesin saygısı, takdiri baki kaldı.
Bugünlerde ise Kocaelisporumuz, Çernobil misali patladı. Herşeyde geçerli olduğu gibi, güç kötüye kullanıldığında suç aletine dönüştü, dikkatsiz davranıldı, uçtu gitti.
Geriye bizim yaşımızdakilere miras şampiyonluğa oynanan seneler, Türkiye Kupaları, UEFA, Kupa Galipleri Kupası maceraları kaldı.
Filmin sonu çok kötüye gidiyor, Süpermen de ortalarda yok. Batan Anadolu kulüpleri zincirinde bir halka daha var ama o kulübü var eden bir şehir de var hala.
Atom çekirdeği kadar da olsa bir umut kaldıysa, o da bu şehrin hatırına...

11 Ağustos 2010

Benden Öte































Şunu anladım ki başlangıçlar bir şekilde beni heyecanlandırıyor ama hemen hemen her zaman hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. 30 yaşına yaklaşmış bir adam olarak hala daha olan biteni adam akıllı yorumlayamamak, olduğunu zannettiği kişiyle olduğu kişi arasında hala bariz bir fark olması, çoğu konuda beklentilerin karşılanamıyor olmasına rağmen hala daha o beklentileri üst seviyede tutmak bu hayal kırıklıklarının en önemli nedeni.
Bu hayat yorgunluğunun en önemli nedeni de bu kırıklıklar olsa gerek. Hepsi üst üste gelince bir umutsuzluk, bir mutsuzluk, bir umursamazlık ki sormayın gitsin.
En son Dünya Kupası için bir post yazmışım, o da modası çoktan geçmiş vuvuzela olayından bahsediyor, tam 2 aydır bazen aklıma gelip elimin dilimin varmaması, bazen de aklıma bile gelmemesi nedeniyle boşladığım bir blogum var hala.
Şükür ki var, en azından çok zor bir iş yapıyor olmama rağmen, hem oruç dışındaki dini vecibelere olan uzaklığım hem de söylenmez ama içten içe benim çok iyi bildiğim kısmi sado mazoşist duygularımı besleyecek olan bu sıcaklarda oruç tutma sevdam yüzünden sahuru beklerken birşeyler karalayabiliyorum.
Kendi kendine konuşma seansı da denebilir pekala ki yine bu blogu kişisel çevremden mümkün olduğunca uzak tutmuş olmam böyle saçmalayabiliyor olma rahatlığını veriyor bana, aferin iyi etmişim.
 Blogun asli yaşama nedeni Kocaelisporumuzun can çekişiyor olması çok ayrı bir sohbet konusudur ki maalesef artık kendi aramızda bile pek konuşmaz olduk. Son günlerde hoşumuza giden tek olay genç oyuncularımızdan Onur Türk'ün Rizespor ile yapılan hazırlık maçında yaptığı Messivari hareketler oldu. Sohbet konusu oldu işte ya, yeter. Yoksa zaten kimsenin mevcut belirsizlikte -hele bir de tuğla kampanyası muallaktaki yerini almışken- kombine alacağı yok, çok seviyor olsak da Serdar'ın kalmasıyla ya da Ercan'ın gitmek istemesiyle de kimse ilgilenmiyor çünkü artık herkes büyük resmin farkında, şeytan ayrıntılarda gizlidir deseler de bizim için ayrıntıdan en uzak, en basit, en salt gerçekte gizli....gizli de değil aslında, gayet açık, gayet net, herkesin bildiği bir halde.
Sözün özü radikal olaylar yaşanmadığı sürece gidilen yol, yol değil. Elle tutulur tek yanı kalmayan ve 2B'de ne yapacağı belirsiz bir eski efsanesi daha var artık Türk futbolunun. Yakından irdelenirse (ki zaman gelir onu da yaparız umarım) aslında futbolun nasıl çıkar ilişkileri marifetiyle hayat bulduğunu, insanların kulüpleri şahsi menfaatleri için nasıl kullandığını, işin en önemli ve komik tarafı bunu nasıl da yüzbinlerce insanın gözleri önünde yapabildiğini çok net bir şekilde ortaya koyacak sonuçlar çıkaracaktır bu çalışma.
Olayın benim için tek olumlu tarafı, kendimi dedesinden kalan mirası umarsızca harcayıp, yavaş yavaş sıfıra doğru giden ve sonunda en dibi gören bir mirasyedi gibi hissediyor olmam. Böyle bir olay dışında hiçbir şekilde böyle bir duyguya kapılmazdım herhalde, gerçeği zaten iki hayatta mümkün değil benim için.
Finali tamamen kendime yazıyorum.
Ey gafil;
Artık herşeyden -özellikle insanlardan- sıkıldığın, yapman gerekenleri yapmadığın ve hatta yapmaman gerekenleri bile yapmadığın (o da birşeydir, en azından kötü de ola birşey yapmış olursun) zamanlarda, ortalama bir süre yalnız kal, kop dünyanın geri kalanından ki zaten bi bok yok, birşey kaybetmezsin.
Sonra yazma enerjisi verecek kadar birşeyler oku, sonra içinle dışın iyice yaklaşsın birbirine, gerisi kendiliğinden gelir.
Naneli şampuan gibi olur, ferahlatır bazen.
Bi araban ya da o arabayı göle düşürüp kaportasıyla odana girecek bir kız arkadaşın olmasa da iyidir ferahlamak.
Hem belki gün gelir, o da olur.
Hayat tuhaftırmış ya, gerçekten oluyormuş böyle şeyler...

12 Haziran 2010

Bu mudur?


Herkes aynı şeyden bahsedecek ama bu kadar sinir bozucu birşeyden bahsetmeden geçmek olmaz. Ne vuvuzelaymış arkadaş. 90 dakika durmadan, pozisyon, takım ayırt etmeden üflüyor birileri. Herşeyden çok onların sesi geliyor ve sivrisinek vızıltısından beter. Akıllı bir TV markası bu durumu öngörebilseydi ekolayzır ayarlarına "Vuvuzela Turn OFF" seçeneği koyar, paranın dibine vururdu. Yerim HD'yi beni bu sesten kurtarın yeter.
Bu rezalet yetmezmiş gibi turnuva pek de heyecan vermeyen iki maçla başladı. Güney Afrika-Meksika maçı yine fena değildi. Güney Afrika daha ciddi pozisyonlar buldu ama hücumcuları biraz yetenek fakiri. Yine de Uruguay-Fransa maçından sonra tahminlerimin tutarlı olduğunu gördüm. Bu iki takımdan da ne köy olur ne kasaba. Koca Fransa ne hallere geldi, iyi oldu tabi, malum hasımız artık onlarla.
Daha ilk maçlar ama bu maçları, bu takımları görünce insan biz niye orada değiliz diye daha bir celalleniyor. Ben FIFA ve UEFA'nın yerinde olsam bizi otomatik olarak her kupaya alırdım, olmadı hakemlerle ittirir yine katılmamızı sağlardım. 2002 çok sürprizli bir kupa olsa da en büyük sürpriz yine bizden gelmişti. Euro 2008 ne zevkliymiş arkadaş, şu maçlardan sonra o günleri de daha bir özlemle andım. En büyük katkı yine bizdendi tabii ki.
FIFA ve UEFA, zaten İsviçre maçlarından dolayı Sepp Blatter'e, 2016 mevzusundan dolayı Platini'ye kızgınız. Bizi bundan sonra her turnuvaya dahil edin, hem turnuvalar şenlensin, hem de gönlümüzü alın.
Yoksa ben sonraki maçlarda NTV Yeşil Dalga mıdır nedir onu izlemeye başlayacağım.
Bir böcek var, bilmem kaç derece sıcak su püskürtüyo arkasından dumanlar falan çıkıyor, vallahi o daha ilginç.
Vuvuzela Şöleni TRT'de!!

11 Haziran 2010

Arjantin


Dünya Kupası saati de hesaba katarsak bugün başlıyor. Kupadan önce kupayı oynatıp şampiyonu belirliyorum.
A Grubu
En tuhaf grup burası. Herkes herkesi yener, herşey olur. Bence Güney Afrika ev sahibi gazıyla ve Parreira etkisiyle bir şekilde 2. bitirir grubu. Liderlik için hiç güvenmesem de en azından adı olan Fransa veya Meksika çekişir. Gönlüm Meksika'dan yana olduğu için diyorum ki Lider Meksika, 2.Güney Afrika.
B Grubu
Bu grup kolay. Arjantin kolayca lider bitirir. Ardından Nijerya gelir. Güney Kore umutsuz, Yunanistan kapanır kapanır bir yerde açılır. Euro 2008'deki gibi rezil olurlar, dönerler. Lider Arjantin, 2.Nijerya.
C Grubu
Cezayir fena takım olmasa da Afrika Kupası'ndaki gibi oynarsa rezaletin son perdesini kapatıp döner evine. Slovenya gelişim gösteren bir ülke olsa da tecrübesiz ve diğerlerine göre zayıf. İngiltere zaten düzenli katılamıyor büyük organizasyonlara, ne yapar eder lider bitirir grubu. ABD sürpriz adaylarımdan biri, 2. olur.
D Grubu
Burası da bir acayip grup. Almanya kim oynarsa oynasın, o turnuva takımı sıfatını bırakmaz, lider olur geçer. İkincilik için Sırbistan favorim, Avustralya'dan da sürpriz beklenebilir ama ben beklemem. Gana birşey yaparsa 2002 Senegal etkisi olur. Afrika takımları diğer kupalara oranla bir adım önde olacaklar, en azından psikolojik olarak ama olsun, bu işin şakası yok. Lider Almanya, 2.Sırbistan.
E Grubu
Hollanda rahat lider bitirir. Kamerun da ikinci olur, Eto'o coşar, maçlardan sonra Milla'ya laf sokar. Danimarka direnir o kadar. Japonya'da bütün yediği golleri kendi kalesine atar. Lider Hollanda, 2.Kamerun.
F Grubu
İtalya bir şekilde lider bitirir. Paraguay ikinci olur. Slovakya debelenir, Yeni Zelanda anca haka dansı yapar.
G Grubu
Brezilya-Portekiz maçının sonucuna göre lider belirlenir. Fildişi fena değil ama Drogba da olmazsa pek bir numaraları olmaz. Bu ayakta biraz sürpriz oynuyorum. Portekiz lider olur, Brezilya ikinci. Kuzey Kore de gönüllerin şampiyonu olur.
H Grubu
İspanya zorlanmadan lider olur, hatta 9 puanı çakar. Ardından Şili gelir. Bu İsviçre'den cacık olmaz. Honduras gittiğine pişman olur. Lider İspanya, 2.Şili.

2.Tur
Meksika-Nijerya
Zor maç olur. Her horoz kendi çöplüğünde öter diyecek olan Nijerya uzatmalar falan derken çaktırmadan çeyrek finale çıkıverir.

Arjantin-Güney Afrika
Arjantin duman eder. Güney Afrikalılar takımlarını alkışlarlar herşeye rağmen. Bizim Japonya maçı gibi olur aynı.

İngiltere-Sırbistan
Hırvatistan'dan ağzı yanan İngiltere işini şansa bırakmaz, geçiverir.

ABD-Almanya
Güzel maç. İki süper güç 2.Dünya Savaşı'nın rövanşını yaparlar. Bu sefer saldıran Almanlar, savunan ABD'liler olur. Saldıran kazanır.

Hollanda-Paraguay
Paraguay'a bu kadarı yeter. Hollanda geçer, affetmez.

Kamerun-İtalya
İşte bu eşleşme ilginç olur. Kamerun dengesiz, düzensiz bir takım, İtalya ise tam tersine. Ben yine kıta torpili işler diyorum ve ikinci sürpriz hakkımı kullanıp Kamerun'un çeyrek finalinin hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. Kamerun geçer.

Portekiz-Şili
Portekiz geçer, kısa ve net.

Brezilya-İspanya
Tam bir erken final. Brezilya ikinci olduğuna çok pişman olur. İspanyol gençler bu jenerasyonun "en" verimli olduğu bu son döneme bir kupa daha sıkıştırmak için iman gücüyle saldırırlar. Maçtan bir hafta sonra Dunga kovulur. İspanya geçer.

Çeyrek Final
Hollanda-Portekiz
Hollanda bu gibi durumların gediklisi, yeri geldiğinde ters bir takım. Portekiz güçlü olmakla birlikte Hollanda'ya ancak direnebilir ama devamı gelmez. Portakallar yarı finalde.

Nijerya-İngiltere
Nijerya burada da bir sürpriz yapsa şaşırmam ama İngilizler iyi bilendiler bu sefer, yarı finali hak etti köftehorlar.

Arjantin-Almanya
Çok zor maç olur. Arjantin allem eder kallem eder geçer turu ama yıpranır iyice.

Kamerun-İspanya
Kamerun için rüyanın sonu olur, İspanya geçer.

Yarı Final
Hollanda-İngiltere
Zaten bu taraftan gelen takım finalde yenileceği için çok da önemli değil ama Hollanda, İngiltere'yi de geçer. İngilizler yine hüsrana uğrar ama bu sefer yarı finalde, eh fena değil.

Arjantin-İspanya
Buradan gelecek takım kupayı alır. O yüzden bu maç oldukça çetin bir maç olur. İki takım da buraya gelinceye kadar oldukça yıpranmış olacağı için kadro derinliği devreye girer. Diğer mevkiler tartışılır ama forvet hattındaki zenginliği ile Arjantin bir adım öteye geçip İspanyolları 3.lük maçına gönderir.

3.lük Maçı
İspanya kendini burada avutur. İngilizler gol atamayabilir.

Final
Hollanda-Arjantin
Zevkli maç olur. Nadir görüldüğü üzere finalde, final standartlarının üstünde açık futbol oynanır. Üst biter. Arjantin kazanır, Maradona ağlar ve kolundaki "Benjamin" dövmesini gösterir havalara atılırken.
Şampiyon işte bu şekilde Arjantin olur. Hayırlı uğurlu olsun. Maradona'ya laf eden de taş olur. Oynatır Maradona, adı yeter...

07 Haziran 2010

Masum Değiliz, Hiçbirimiz...


*Blogumuz görüldüğü üzere eskisi kadar hareketli değil. Bunda hem Körfezimizin paraşütsüz düşüyor oluşu, hem de benim hayatımın rafting tadından bir türlü kurtulamıyor oluşu etkili. Bazı vesileler ile eskiden yazdıklarıma gözüm takılıyor bazen, bu yazı da onlardan biri. 1,5 yıl geçmiş ve konu ile ilgili bir arpa boyu yol alınamamış. Aynı şartlar geçerli olduğuna göre -an itibariyle daha iyisini de yazamayacağıma göre- tekrar paylaşmakta fayda var.
Kanla Beslenen Topraklar
ABD ve İsrail. Coğrafi olarak farklı yerlerde olsalar da İsrail'in kurulduğu günden beri iki farklı ülke gibi davranmadılar. İsrail ne yapsa ABD "onaylandı" dedi. ABD Başkanı kim olursa olsun sonuç değişmedi. Nasıl değişecekti ki? Başkan olabilmek için ABD'de hatırı sayılır bir etkinliği olan Musevi lobisine ihtiyacı vardı. Sayısı ve çeşidi belli olmayan silah üretiminden başlayan etkinlik, Dan Brown'un Da Vinci Şifresi kitabında yazdıklarına benzer şekilde akla hayale sığmayan kör noktalara ulaşıyor, 2.Dünya Savaşı'nda Hitler'in yaptığı soykırımı unutmayan Museviler, yaşadıklarına benzer acıları başka insanlara yaşatmakta bir sakınca görmüyorlardı. Her türlü ambargo ve kısıtlama ile yaşamaya alışmış Filistin halkı hem bu yapılanlara tepki vermek hem de dini nedenlerle Musevilerden nefret etmeye programlandığı için otomatik terör üretim merkezi haline dönüşmüştü. Örgütler yandaş bulmakta zorlanmıyordu. Tepki yoksa herkes yandaştır diyen İsrail de bu dengesiz güç savaşında uçakları ile sivilleri vurmakta zorlanmıyordu. Bu yaşananlar yeni değil, ilk değil, son değil. Bu kez bu kadar ilgi çekmesinin tek nedeni bizim için yanyana dizilmiş rakamlardan başka bir anlam ifade etmeyen ve her geçen dakika durmaksızın artan, artmaya devam edecek olan ölü sayıları. İsrail çocukları öldürmek hakkımızdır, Hamas canlı bombalara hazırlıklı olun diyor. Biri diğerine tokat attığında altta kalmamak için tokat atana canhıraş bir şekilde vurmaya çalışan ilkokul çocukları gibi "Kim daha çok öldürecek?" oynuyorlar. Bilinçaltı herşeyin önüne geçtiğinde insan çocuklaşıyor hatta bu örnekte gördüğümüz gibi daha da ileri gidiyor, hayvanlaşıyor. Orada doğmuş olmaktan başka suçu olmayan, dünyayı bilmeyen, tanımayan, olup bitene anlam veremeyen çocuklar düşman ilan ediliyor. Orta doğu'da kan akmaya devam ediyor. Kudüs ve çevresi kendi kaderini kendisi yazıyor. Dini inançları gereği ağlama duvarına gidip gözyaşı dökenlerin yaptıkları aklı hür vicdanı hür bütün dünya insanlarının aynı tepkiyi vermesini sağlıyor. İsrail vuruyor, dünya ağlıyor...
Bu fotoğrafı özellikle seçtim. Gazze saldırılarında bir yakınını kaybetmiş baba, kucağında yavrusuyla bazı acılara alışılamayacağını resmediyor. Bu görüntü ilk görüldüğünde "Filistin" kelimesini hatırlatan fotoğraflardan sadece bir tanesi. Fotoğrafın ilginç yanı ise babanın taktığı berede gizli. Babanın beresinde "Nike" amblemi var. Gerçektir veya değildir, hiç önemli değil. Nike. ABD varlığını her saniye, bütün dünyada, herkese hatırlatan yüzlerce markadan sadece biri. ABD destekli bombalar tepesine yağdığı ve yakınlarını katlettiğinden dolayı, babanın ABD varlığını hatırlaması için "Nike" amblemli bir bereye ihtiyacı yok aslında. Artık dünya böyle, başım üşümesin diye taktığımız berenin bedeli aynı başımıza bomba olarak her an düşebilir. Hepimizde vardır ya da olmuştur bir "Nike". Bende de var. Bu gibi durumlarda hortlayan ABD ürünlerini protesto edelim, McDonalds'a gitmeyelim, Microsoft Windows almayalım, Linux kuralım gibi tepkileri de gerçekçi bulmam. Bomba yağdıran kültürlerle beslenmedik, beslenmiyoruz diyen yalan söyler. Biz besliyoruz diye mi büyürler bilemem, bildiğim, fani ömrümüz bu tip ikilemler ile başkalarının ölümlerini izleyerek geçmekte. Her izlediğimizde de içimizde can çekişen, kupkuru kalmış insanlığımızdan kalan son artıkları da alıp götürmekte. Sezen Aksu bu yüzden Sezen Aksu.
Eller günahkar, diller günahkar...
Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkar...
MASUM DEĞİLİZ; HİÇBİRİMİZ!!!

Alan Shearer


Onunla ilgili yazılabilecek yüzlerce anektod var ama biyografisini yazmak niyetinde değilim. Onu, Dünya Kupası havasında aklıma getiren hem çok seviyor olmam hem de bu kadar başarılı bir oyuncuyken Dünya Kupaları tarihinde önemli bir iz bırakamamış olması.
İlk kez 1992 yılında 22 yaşındayken milli oldu. Chris Waddle, Peter Beardsley, John Barnes ve efsane Gary Lineker'lı İtalya 90 kadrosunda yer almak için fazla gençti. Barnes'ın 26 diğerlerinin 29 yaşında olduğu forvet hattının yanı sıra takımın geri kalanı da tecrübeli oyunculardan kuruluydu. 40 yaşındaki kaleci Peter Shilton kadronun en yaşlı adamıydı. Capello'nun 2010 Dünya Kupası kadrosunu yaşlı bulanlar olduğu gibi başarının tecrübe ile doğru orantılı olacağını düşünenler de var. Görüldüğü üzere şaşılacak bir durum yok, Michael Owen misali istisnalar sayılmazsa bu seçim İngilizler için bir geleneğin devamı niteliği taşıyor.
İlk kez A takım seviyesinde Milli olduğu maçtan 4 ay sonra Euro 92 kadrosunda yer aldı, sadece Fransa'ya karşı forma giydi. 1994 Dünya Kupası eleme gruplarında İngiltere'ye 4-0 yenildiğimiz maçta gollerin biri ondan gelmişti. Grubu Norveç ve Hollanda'nın ardından 3. tamamlayan İngiltere, Amerika kıtasına gidemiyor ve Shearer 4 yıl daha beklemek zorunda kalıyordu.
Kendi ülkelerinde düzenlenen Euro 96'da 5 golle verimli bir turnuva geçiren "Big Al" nihayet 1998 yılında kariyerinin ilk ve tek Dünya Kupası'nda oynayabildi. Gruplarda Tunus'a, 2.turda da Beckham'ın kırmızı kart gördüğü ve penaltılar sonucu kaybettikleri meşhur maçta Arjantin'e bir gol atan Shearer, Premier Lig'de, Avrupa Kupaları'nda, Avrupa Şampiyonaları'nda harikalar yaratmış Dünya çapında bir forvet olarak, Dünya Kupası kariyerini sadece 2 golle tamamladı.
Euro 2000'i de 2 golle geçip bu turnuva ile milli takımı bıraktı. Euro 92'de forvet hattını paylaştığı isim Lineker, Euro 2000'de Michael Owen'dı ve İngiltere Futbol Tarihi'nde yer etmiş bu iki önemli isimle birden oynayan tek forvet oyuncusu oldu.
Bugünkü İngiltere'ye baktığımızda; 32 yaşındaki Emile Heskey Liverpool günlerinde önemli bir forvetti, Crouch, söz konusu Dünya Kupası olunca soru işaretlerini giderebilecek kalitede değil, kaliteli oyuncular olsalar da Bent ve Jermaine Defoe da aynı şekilde güven vermiyor. İngiltere forvet hattının Güney Afrika'da "Dünya" klasında kabul edilebilecek tek ismi Rooney ve işbu nedenle İngilizler Lineker'ı, Fowler'ı, eski Owen'ı, Barnes'ı, Sheringham'ı ve pek tabii Shearer'ı daha bir özlemle anıyorlar.
Biz tarafsız futbolseverler de bu saygın adamı yukarıdaki gol sevinciyle hatırlamaya devam ediyoruz.

06 Haziran 2010

Dünya Kupası Orta Vadeli Bahis; Ben Yaptım Oldu

Uzun vadeli bahisler oynanabilir olmakla birlikte riskli. Betsson sağolsun o kadar çok alternatif sunmuş ki insanın iştahı kendiliğinden kabarıyor ama tabi bahis mantığı hakim. Örneğin tüm grup liderlerini bilirim arkadaş deyip hepsini birden aynı kupona koyma şansımız yok. Hal böyle olunca güzel oranlar tek başına bir anlam ifade etmiyor. Bunun yerine farklı uzun vadeli bahislerden kombine yapma şansı var. Bir gruptan grup liderini, diğer gruptan üst tura çıkacak takımı, yanına şampiyon tahminini ekleyip bir acayip kupon yapılabiliyor ama pek tabi o da riskli.
Biz de oturduk, düşündük, taşındık. Hazır oranlar yerle yeksan olmamışken grup maçlarına bir dalalım, garanti olanları bir araya toplayalım dedik. Bu kupon risksiz mi oldu? Pek tabii ki değil. Örneğin Arjantin'in grubu 9 puanla bitireceğini öngördük. İlk iki maçını kazanan Arjantin son maçta Yunanistan'ı da al aşağı eder dedik ama 6 puanlı Arjantin kendisini fazla üzmeyebilir de mutlaka. Buna rağmen bizim aklımıza yattı ve Dünya Kupası bahislerine böyle bir giriş yaptık.
İncelemeyle vakit kaybetmek istemeyenlere tavsiye niteliğinde.

Oranlar Betsson oranları, İddaa'da ne var ne yok haberim yok.

05 Haziran 2010

Futbol Kapitalizmi


Bağış Erten'in 23 Haziran 2005 tarihinde Radikal gazetesinde yazdığı bir yazı. Sağlam adamlar sağlam yazılar yazar ve Türkiye gibi "Rezaletler ölmez, sadece şekil değiştirir" felsefesinin hakim olduğu bir ülkede 5 yılda bir ısıtıp ısıtıp okuyabilirsiniz.
Yazı aynı zamanda Bursaspor'un sadece 5 yıl içinde ne kadar önemli bir yol katettiğinin bir kanıtı niteliği taşıyor.
Yazıda bahsedilen takımların bazıları toparlandı, onların yerini ise bizim gibi başka takımlar aldı. Köklü bir tarihe sahip ama bizlerin Cem Uzan'ın takımı olarak hatırladığımız İstanbulspor'un adı bile geçmiyor, Süper Lig'de birden fazla sene oynamış Göztepe, Malatyaspor, Vanspor, Erzurumspor, Sakaryaspor, Adana Demirspor, Elazığspor'un esamesi bile okunmuyor ve bu durum tüm kulüpler için geçerli tek bir eksiklikten kaynaklanıyor: Para!
2005 yılında Bağış Erten durumu böyle özetlemiş, dediğim gibi sadece aktörler değişmiş, futbol kendi dinamiğinde ilerliyor ama farkında olmasak da birşeyler yok oluyor.

Futbolda batık gemiler modası / Bağış ERTEN / 23.06.2005

"Gözümüzü transfere dikip oradan gelecek haberlere odaklanmış durumdayız. Bu yüzden başka ne söylense iki kulak arasından ışık hızıyla geçiyor. Oysa sesi kulağımıza ulaşmasa da futbolumuzda tehlike çanları çalıyor!
İsmail Uyanık geçtiğimiz günler içinde Samsunspor başkanlığından istifa etti. Çok beklenilen bir tavır değildi bu. Futbolumuzun kurumsallaşmış kulüplerinden birinin 'kurumsal' başkanı neden bırakıp gidiyordu? Pek
kimse sormadı, kimse dinlemedi...
Oysa SOS vermeye bir süre önce başlamıştı Samsun. Önce Ertuğrul Sağlam giderayak altını çizdi gerçeklerin. Çok zor koşullarda, ağır maddi sıkıntılar içindeydi kulüp, değil transfer yapmak halihazırdakilerin paralarını bile ödeyemeyecek gibi duruyordu. Arkasından 2 Haziran günü İsmail Uyanık bir yerel televizyonda ilginç bir fikir ortaya sürdü. "Kulübün Süper Lig hakkını satışa çıkaralım" diyordu Uyanık. Bunun nedeni basitti: 22.5 milyon borcu vardı Samsunspor'un ve 15 milyon dolara 2A'daki bir takımla yer değiştirdikleri takdirde bir ihtimal toparlayabilirlerdi. "Şehirden yardım bekliyorum" diye ekledi Uyanık. Ama bir ses gelmedi ve belki de bir futbol kurumumuz da daha çöküşün başlangıcı işte böyle başladı.
Oysa daha geçen sene içimizi kanatan bir İstanbulspor öyküsü izlemiştik. 'Hayrına' oynayıp Süper Lig'e tutunan bu onur mücadelesinin ne kadar nafile olduğunu ise bu sene anladık. Sessiz sedasız veda etti Sarı-Siyahlılar. İbret geçirmez algımız yine bana mısın demedi.
Daha bir ay önce Göztepe'nin Üçüncü Lig'e düşüşünü de şaşkınlıkla izlemiştik. Hatta Nottingham Forest'le benzerlikler kurmuş, Fuar Şehirleri Kupası yarı finalisti, Adnan Süvari'nin Göztepe'siyle Brian Clough'lu Avrupa şampiyonu Nottingham'ın yitmesine ortak ağıtlar yakmıştık. Giden bir tarih değildi sadece bir anlayış, bir felsefeydi. Lakin biz, bir hafta sonra yine 'giden ağam, gelen paşam' moduna geçmiştik bile.
Futbolu ekonomist ağızlara sakız ettik edeli bunlar başımıza gelip duruyor aslında. Fiorentina iflas ediyor, Napoli sefilleri oynuyor, Leeds batıyor, Dortmund sallanıyor... Endüstri diye kodlayıp yücelttiğimiz oyun her geçen gün bir fire veriyor.
Peki biz ne yapıyoruz? Sadece seyrediyoruz. Oysa seyirlik olan şey, sadece oyunun kendisi ve oyunun etrafında dönenler 'piyasanın görünmez eli'ne bırakılmayacak kadar tehlikeli.
Türkiye'nin İstanbul ve Ankara'dan sonra gelen beş büyük şehrin tek bir takımı bile yok Süper Lig'de: İzmir'in takımları geçen sene birbirlerini yemekle meşguldü. Bu sene en iyi derecelerini 2A'da 11. olan Altay aldı. Bursa 2A'da yeniden Süper Lig'e dönmek için debeleniyor. Adana takımlarından Adana Demirspor direniyor kendince, ama Adanaspor ise hepten kilit vurmayı düşünüyor kulübün kapısına. Eskişehir 2A umutlarını başka bahara erteledi. Antalya 2B'ye düşmemeyi kendine asıl hedef bellemiş... Tüm bunlar bize bir şey anlatmıyor mu? Tamam futbol ilk günler saflığını kaybetti ve biz de bunu kabullendik. Artık yeni çağ futbolu oynuyoruz. Bu da kabul. Ama bir şeyler böyle yitmeye devam ederse geriye kalan oyunu gerçekten seyretmek isteyecek miyiz? Ben bundan emin değilim.
Durum vahim yani. Bu yüzden diyorum ki, hazır futbol gündemimiz dolu değilken biraz bunların üzerine düşünelim. 'Ne yapmalı'ya biraz kafa yoralım. Şunu da hiç unutmayalım. Bu hastalık hiç de küçük takımlarla sınırlı bir illet değil. İnanmayan Dortmund'a sorsun. Hatta kısa bir Florya turu bile bize kritik eşiği gösterecektir. Sözün özü: Transfer şehveti, büyük oynama hırsı, kazanma egosu derken oyun bambaşka bir hale geliyor hızla. Buna da futbol kapitalizmi diyorlar. Bu sözü duyunca cebi para, ağzı puro dolu zevat bir güzel sırıtıyor şimdilerde. Sanki pek matah bir şeymiş gibi..."

04 Haziran 2010

2018 Dünya Kupası:İsrail-Filistin-2


Zamanında konu ile ilgili iki post(*) daha girmiştik. Duymayanlar için yine aynı girişi yapmakta fayda var. Evet şaka değil. 2018 Dünya Kupası resmi aday ikililerinden biri İsrail-Filistin ortaklığı. Belki de biriydi desek daha doğru olur çünkü görüldüğü üzere insani yardım taşıyan bir gemiyi arama-sorma gereği bile duymadan yaylım ateşine tutan bir ülke var ortada. Yardımın gideceği yer de bu ortaklığın diğer ülkesi.
Bu konunun ciddiye alınacak bir yanı yok muhakkak, şu an içinde bulunduğumuz durumu bir düşünün. İki taraf da hatta bizim gibi olaya aslında taraf olmayanlar bile diğer tarafa öldüresiye bir kin duyuyor fakat o topraklarda yaşayan birileri böyle bir düşünceye sahip olabiliyor, böyle bir hayal kurabiliyor.
Bu durum ne kadar önemli tartışılır, belki de hiç değil ama belki de bu durumdan oralarda birilerinin hala barış istediğini, hem İsrail'in hem Hamas'ın yaptıklarını onaylamadığını bilmemiz açısından önemli olabilir.
Küçücük de olsa bir umut ışığı kalsın içimizde. Açık konuşmam gerekirse Filistin olayı benim için Dünya'nın en önemli olayı değil hatta kendi terör sorununu çözememiş, 20 yıldır gencecik evlatlarının boku bokuna ölmesine göz yummuş ya da yumdurulmuş bir ülkenin bir de dışarısıyla uğraşmasının abesle iştigal olduğunu düşünüyorum ama ortada "insani" bir gerçek var, onu da görmezden gelmiyorum.
Kısaca umarım oradaki sorunlar bir gün çözülür, Filistin halkı daha fazla acı çekmez ama bu dileğim sadece "insani" nedenlerden kaynaklanıyor, başka birşeyden değil.

* Bir Hayalim Yok
* 2018 Dünya Kupası:İsrail-Filistin

Google Kapanımı


Nicedir boku çıkmış olan açılım kelimesinin tam tersi bu kez Google'ın bazı IP'leri için uygulandı. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun açıklamasına göre Google'a karşı yapılmış bir çamur yok, biz sadece Youtube'a erişilen IP adreslerini güncelledik diyorlar ama ellerinin ayarı fena kaçmış olacak ki şu anda Google'ın translate, earth hatta mars, moon gibi alan adlarına erişilemiyor. Eyvah! Ya Mars'ın neye benzediğini öğrenirsek?
Yahu arkadaşım ne bok yaparsanız yapın bir yolunu bulacağız gireceğiz işte, neden kasıyorsunuz bu kadar? PCNET Genel Yayın Yönetmeni Erdal Kaplanseren'e göre Youtube'un Türkiye'de kendi ofisini açması bekleniyor, açsınlar ki hem el altında olsun, rahatça kontrol edilebilsin, hem de vergilendirilsin, para gelsin. Youtube sadece 20 ülkede ofis açmış, bu ülkeler de Youtube'a en çok reklam veren ülkeler, dolayısıyla bu ofislerin açılma nedeni sadece reklam verecek şirketlerin işlerini kolaylaştırmak ve finansal olarak daha düzenli bir yapı organize etmek. Gelip Türkiye'de ofis açıp sizin tırıvırınızı dinlerler mi? Hasta mısınız siz? Hem yüce(!) Başbakanımız demedi mi "Ben giriyorum, siz de girin" diye?
Askerde mantık olmaz deriz ya, orası bile diğer devlet kurumlarının yanında dahiyane kalır ki zaten askerlik mantığı ile düşündüğümüzde kendi içinde gayet mantıklı kurallar olduğu söylenebilir.
Ev arkadaşım KPSS ile bir cezaevinde çalışmaya başladı. İşletme bölümü mezunu ama bilin bakalım ne görev yapacak?
Memurluk, kütüphane, hatta infaz koruma? Değil. Girişi "İdari Memur" ama yeni sıfatı:Robocop!
İsyan çıktığında dalacak mahkumlara. Tamam sert ve hacimli bir arkadaştır kendisi ama bildiğim kadarıyla bu tip görevler için biraz da olsa konu ile ilgili eğitim almış olmak gerekiyor. Torpilsiz ülkemin torpilsiz vatandaşlarına layık gördüğü iş bu işte.
İşletmeci Robocop sıfatının mucidi devlet kurumlarımıza sevgi(!) ve saygıyla(!)...

31 Mayıs 2010

Herşey Serbest


Maradona'nın takımına turnuva boyunca sevişmeyi serbest bıraktığını duymuşsunuzdur. Pozisyon olarak değil ama bazı kısıtlamaları da var tabi, içki içilmeyecek, tek eşli olacaksınız bıdı bıdı. Bu serbestliğin sağlanmadığı takımlar için nasıl bir kontrol mekanizması var onu da bilemiyorum. Örneğin Capello İngilizlere eşlerinizi getirmeyin, savaşa gidiyoruz demişti. Biz de takımda John Terry varken zaten kimse eşini getirmez demiştik.
Gidilecek ülke Güney Afrika olunca dışarıdan birilerini getirip çiftleşmek de problem olabilir, malum siyahi bayanlar, AIDS, paparazzi korkusu vs. Yani kontrol kendiliğinden de sağlanmış olabilir pekala.
Hayatı boyunca özgürlüğünün peşinden koşmuş, kelimenin tam anlamıyla canı ne isterse yapmış bir adamdan da böyle bir karar beklenirdi zaten. Hani hep tartışılır ya teknik direktörün futbol oynaması şart mı diye. İşte bu tip ayrıntılarda çıkıyor fark ortaya, adam yaşamış, turnuva ortamının ne kadar stresli, zaman zaman sıkıcı olabileceğini biliyor. Hoş birkaç kez sevişmekle o streste kalıcı bir azalma meydana gelir mi tartışılır ama bu özgürlük psikolojisi asıl can alıcı noktadır belki de.
Studs-up ara ara baktığım, fena işler yapmayan bir futbol-karikatür sitesi.
Karikatür oradan ama esprinin sonunu ayamadığımı da itiraf etmem gerek :)

30 Mayıs 2010

GOAL Haziran


GOAL dergisinin haziran sayısı Ege Görgün editörlüğünde hazırlandı.
GOAL Dünya Kupası Duvarı'nı dolduranlardan bazıları: Sevin Okyay, Cem Davran, Bağış Erten, Onur Ünlü, Banu Yelkovan, Uğur Vardan, İbrahim Altınsay, Burcu Esmersoy, Bülent Timurlenk, Kanat Atkaya, Kadir Çöpdemir, Tolga Akyıldız, Ali Ece, Ogan Tarhan, Yasir Kaya...
Yazarlardan Kocaelisporlu yönetmen Onur Ünlü'nün yazısının tamamı Ters Ninja'da yayınlandı, gerçekten okumaya değer, aşırı derecede samimi bir yazı.
Ben de artık yavaş yavaş en sevdiğim organizasyon olan Dünya Kupası ile ilgili birşeyler karalamaya başlamak istiyordum ama bunun üstüne birşey koymak zor gibi görünüyor. Ayrıntının ayrıntısına girip birşeyler çıkarabiliriz belki.

Birleşik Devletler


Milli Takım ABD ile yaptığı hazırlık maçını 2-1 kaybetti. İzlediğim ikinci yarı ABD'nin ataklarını savuşturmamızla geçti, birkaç da uzaktan şut denedik. Yine de genel olarak kötü değildik diyebiliriz. Pas trafiği ve sahaya dağılım konusunda Hiddink etkileri görülmeye başlanmış, umarım devamı da gelir. Bu arada ABD takımı da Rıdvan Dilmen'in dediği gibi vasat bir takım falan değil, öyle olmadığını Dünya Kupası'nda daha bir net görebileceğiz muhtemelen.
ABD deyince aklıma gelen tek adam ve tek olaydır. Roberto Baggio 1994 Dünya Kupası finalinde Taffarel'in koruduğu kaleye topu sokamamış ve bu olayın etkisinden uzun süre kurtulamamıştı.
Blogun doğmaya başladığı günlerde böyle birşey kaçmıştı elimden, vesile olsun.

29 Mayıs 2010

Abdülhamid'in Saz Heyeti


Hep içinde bulunduğumuz durumun vehametinden bahsediyoruz ya, artık biraz da kanıksamış durumdayız, bağırsak bağıramıyoruz, küfür etsek, deşarj olamıyoruz. Elimizden de pek birşey gelmiyor, atıyoruz içimize.
Amma ve lakin edilebilecek en ağır küfürü edelim rahatlayalım dersek kuşkusuz tercihimiz hakemlik camiası tarafından da kabul görmüş "Abdülhamid'in Saz Heyeti" küfürü olur. Serhan Gürkan'a, İ.Karaosmanoğlu'na kime isterseniz uyarlayın.
Hakem olmaya yeltenen ama bir parça kilolu, çok da sevimli bir adam olduğundan mütevellit asla üst klasmanlara çıkamayacak bir arkadaşımın anlattığı (benim de daha önce başka yerlerden duyduğum) bir anektod. Hakemlik camiasının kabul ettiği en yaratıcı küfür olan bu küfürün gidişatı "‘Abdülhamid’in saz heyeti ananı boğaz Köprüsünün ortasında biiiiiiip" şeklinde tezahür ediyor.
Bir rivayete göre Erman Toroğlu'na Kırıkkale'de böyle bir küfür edilmiş.
Maçı durdurmuş, tribüne çıkmış... “Niye Abdülhamid’in saz heyeti?”
“36 kişi de ondan...”
“Niye Boğaz Köprüsü’nün ortasında?”
“İki kıtadan da duyulsun diye...” demişler.
Bir başka rivayete göre ise bu küfür ilk defa Karşıyakalılar tarafından edilmiş. Hangisi ne kadar doğru bilemiyorum.
Yine bir başka rivayete göre bu saz heyeti 36 değil 850 kişiymiş. Sandallarla boğaza açılırlar, sanatlarını icra ederlermiş ve çok kalabalık oldukları için gerçekten hem Asya hem Avrupa kıtası tarafından dinlenirlermiş.
Muammer Erturan'ın konu ile ilgili bir şiiri de varmış bu arada.

Abdülhamid'in Saz Heyeti

Sıcacık bir gülüş,
keser ayaklarını yerden...
Hah işte! dersin,
işte buydu istediğim...
Canım benim! ..
Çalsın sazlar...
Dokuz sekizlik birşeyler
dokunduruver usta! ..

Ne kıyametler yatar,
ne dayatmalar,
ne bubi tuzakları,
Şeytan'ı bile çileden çıkaracak
ne şeytanlıklar oysa
zulasında...
Potansiyel sömürgedir ya
oldum olası yüreğin,
zokayı yedin gitti kesin...
Gelsin Hüzzam sonra...
Gitsin Saba...

O kadarla kalsa,
öp başına koy...
Asıl can alıcı fasıl
gelir ardından,
kasnaklama makamından bu kez...
Vurmalısından yaylısına.
üflemelisinden püflemelisine;
amatöründen virtüözüne
başlarlar öttürmeye...
De babam de! ..
Sanırsın
Abdülhamid'in saz heyeti sahnede...
Gelmiş geçmiş
en kalabalık heyetiymiş ya
tüm zamanların...
Sanırsın sahne
Boğaziçi köprüsünde...
Neden dersen...
İki kıta birden seyretsin diye...

Komplospor


Bize artık bu foto gider.
Eğitimiydi, düğünüydü derken rutine girebildim tekrar. Her zaman olduğu gibi benim yokluğumu fırsat bilen kozmik güçler çok acayip durumlara vesile oldular ve ben her zamanki gibi olan biteni zamanlıca yazamadım, daha kötüsü tam hızımı almışken yine her zamanki gibi şanssız bir baltalamaya kurban gittim.
Bu süreç içerisinde Kocaelispor'un eski ve yeni başkanları -biri haklı, biri haksız yere olmak üzere- cezaevine gönderildiler.
Ege Görgün, bu kadar kötü günler geçiren bir kulübün iletişimci belki de tek taraftarı olarak Dünya TV'deki programına Kocaelispor forması ile çıktı.
Ve bizler yine korku filmini sonunda ne olacak acaba diyerekten izlemeye devam ediyoruz.
Bu konular çok aşırı canımı sıkıyor, ayrıntılı yorum yapmak, anlatmak falan istemiyorum. İyi değil işte, olamıyor, oldurmuyorlar.
Lost'un kalan son 3 bölümünü de mümkün olduğu kadar geciktirmeye çalışıyorum, değer veya değmez bilmiyorum ama en azından hala merak ediyorum (by sinekten yağ çıkaran adam)...

20 Mayıs 2010

Irak-86


Hikaye FourFourTwo'dan.
Maradona'nın efsaneleştiği 1986 Meksika Dünya Kupası'nda Irak, Meksika, Belçika ve Paraguay'la aynı grupta yer alıyor. O dönemin Irak kadrosu altın jenerasyon olarak anılıyor. Aynı zamanda Irak-İran savaşının da devam ettiği bir dönem ve Saddam da altın yıllarını yaşıyor.
Saddam'ın büyük oğlu Uday Milli Takım sorumlusu rolünü benimsemiş. Mantığı ve bakış açısı belli tabii ki. Korku kültürünü alabildiğine yaşayan ve yaşatmaya çalışan Uday turnuva öncesi hazırlık maçlarında Irak'ın İngiltere, Brezilya gibi takımlarla karşılaşmasını istemiyor. Korkusu ise Iraklı futbolcuların diğer futbolcularla dostluk kurabilecek olmaları. Utanmasa Dünya Kupası'na da göndermeyecek takımı aynı korkudan ama çok önemli bir propaganda şansı mutlaka, Dünya Kupası'nı kaçırmak istemediği gibi Irak'ın başarılı olmasının da şart olduğunu düşünüyor.
Irak bu takımlar yerine Brezilya'nın amatör takımlarıyla hazırlık maçı oynuyor. Flamengo ile yaptıkları maçtan önce soyunma odasında motivasyon toplantısı yapan isim yine Uday ve diyor ki "Brezilyalı oyunculardan ne farkınız var ki? Onlar da Adidas giyiyor, siz de." Iraklı oyuncular inanılmaz gaza geliyor(!) ve maçı 3-1 kaybediyorlar.
Turnuvada mutlak başarı bekleyen Uday'ın hayalleri suya düşüyor. Irak Meksika ve Paraguay'a 1-0, Belçika'ya 2-1 yenilerek erken havlu atıyor. Can korkusuyla fena da direnmiyorlar anlaşılan. 1986 yılındaki statüye göre kupada 24 takım çekişiyor ve ikinci tura çıkacak 16 takımın 4'ü en iyi 3.lerden oluşuyor. Belçika da bu takımlardan birisi ve Jean-Marie Pfaff'lı, Eric Gerets'li, Enzo Scifo'lu kadrosuyla yarı finale kadar yürüyor ama Maradona'nın 2 gol attığı maçta Arjantin'e 2-0 ile boyun eğiyor.
Turnuvayı tek gol, 3 mağlubiyet ile kapatan Iraklı oyuncuları Irak'ta elinde ustura ile Uday bekliyor ve tüm takımın saçları sıfıra vuruluyor. Dönemin forvet oyuncusu Ahmad-Rahim Hamad 2007 yılında yaptığı bir röportajda "Saçlarım örnek aldığım futbolcu Kevin Keegan modeliydi, turnuvadan sonra onlara veda ettim." diyor ama görünen o ki saçlarımla yırttığıma şükrettim demeyi unutuyor.

Meşhur Azteca Stadyumu'nda oynanan Meksika-Irak maçının bir videosu da mevcut. Mavililer Irak, gol 6:40'da.
Hakikaten iyi direnmişler.

Penaltı Noktası Kazma Rehberi

Öznemiz Memedimiz Orelyomuz. Yazık garibim kırk yılda bir penaltı kullanmış...Gerçi bunu da "kullandı" sayılmayabilir.
Kötü kullanılan penaltılar gördük de böylesine pek sık rastlanmaz. Bilica'yı falan geçiniz efendim, kazdı da ne oldu? Penaltı kaçmış olsa da asıl neden kazı değil, vuranın beceriksizliği.
Buyurun görün, layığıyla kazınan penaltı noktası nelere kadirdir? Yoksa Oorelyo kaçırmaz biliriz.

19 Mayıs 2010

Ne Oldum'a Dönüş Zamanları-4


1992-1993 sezonunu bu sefer daha bir özlemle anmaya devam edelim. Sezonun ilk yarısının panoramasında hakim renk yeşil-siyah.
O zaman kaçırdığımız şeyin ne kadar değerli olduğunu bugünlerde daha net anlama şansımız oldu. Gazetelerde "Kocaeli 5.Büyük" başlıklarının atıldığı dönemler belki de şampiyon olmamız -olabilmemiz- halinde modern Türk futbolunda birçok taşı yerinden oynatacak, yeni bakış açılarına çok daha önce kavuşmamızı sağlayacaktı. Biraz bizim beceriksizliğimizden -ki 2.ligden yükseldiğimiz ilk sezondu- biraz da bugünlerde çok daha belirgin olduğu için artık ciddi şekilde tepki görmeye başlayan "derin futbol" un etkilerini bertaraf edemeyişimizden dolayı 4.lükle yetinmek zorunda kalmıştık.
Bursaspor'un başarısından kendisine de pay çıkarmaya çalışıp bu olayı sözüm ona "Sivasspor Vizyonu" ile ilişkilendirmeye çalışan Bülent Uygun efendinin de bir parçası olduğu o kadro sezonun bitmesine yakın haftalarda frene basıp hayallerimizi yerle bir etmişti. Uygun, o dönemleri unutmuş ya da dediğim şekilde sezonun sonlarına doğru inzivaya çekilmiş olduğu için bu başarıdan hiç bahsetmiyor. Utanma duygusunun ya da Sivas'ta teknik direktör olarak daha büyük bir sorumluluk almış olmasının sonucu da olabilir. Mutluyum ki balonu çabuk patladı, yine ona inanacak birileri çıkar dolayısıyla pek umutlu değilim ama umarım bir daha hiç bir yerde görünmez.
Öyle sanıyorum ki Sivasspor'dan çıkarılacak tek ders iki sene üst sıralara oynamış olmanın hiçbirşeyi garanti etmeyeceği, kalıcı başarıların istikrar ile sağlanabileceğidir. Süper Lig'e çıktıktan sonra saçmalama rekorlarını alt üst eden kulübümüz için de güzel bir ders niteliği taşır bu durum.
İlk yarı gol krallığında 16 golle başı çeken Saffet'in sezonu 18 golle tamamlamış olması frenlemeye en güzel örneklerden biridir. Kalan 15 maçta ne yaptın be kardeşim?

18 Mayıs 2010

Dün Gece Messi'ni Öptüm de Yattım


Sayılarla ifade etmek gerekirse;
Şampiyonlar Ligi'nde 4'ü Arsenal'e olmak üzere 11 maçta 8, La Liga'da 35 maçta 34, toplamda  46 maçta 42 gol.
La Liga gollerinin dağılımı;
Sağ ayağıyla 8,
Sol ayağıyla 23,
Kafayla 3 gol.
Kaleyi bulan şut yüzdesi %22.
La Liga'da asist sayısı 9.
Yaptığımız yorumlardaki bir başka klişe, "Bu takım, takım oyunu oynamıyor, X'i çıkar elde var sıfır".
O "X"ler bir araya gelince takım olunuyor zaten, buna Barcelona da dahil.

Başkalık


Son iki posttan da görüldüğü üzere bu yıl en çok takdir ettiğim iki takım Bursaspor ve Bucaspor. Biri inanılmaz bir iş başararak Süper Lig Şampiyonu oldu, bir diğeri ise kısıtlı imkanlarıyla Süper Lig'e yükselmeyi başardı, dolayısıyla çok ilginç bir takdir durumu olmadığının farkındayım ama bizim içinde bulunduğumuz ahval ve şerait içinde bize yol gösterebilecek çok güzel iki örnek oldular.
Bu iki takımı da yakından takip etme şansım olmadı ama ilk fırsat bulduğumda iki takımın da bu noktalara gelinceye kadar yaşadıkları süreci irdelemek niyetindeyim.
Buca'da 10 yıl yaşadığım için Bucaspor'un altyapıya verdiği öneme, yaptığı yatırımlara ve nasıl bir temel üzerine inşa edildiğine biraz daha yakından şahit olma şansım oldu ama bir yerde yaşamak, bulunduğunuz yerle ilgilenmeyince çok da fazla anlam ifade etmiyor.
Bu iki takımı diğer takımlardan ayırıp başarılı kılan nüansları bazı haberlerde, kulüplerle ilgili kişilerin yaptıkları açıklamalarda yakalamak mümkün.
İlk örneğim Bucaspor Başkanı Dr.Mehmet Bektur.
Biz Türk futbolseverler olarak genelde "bir şekilde" parayı bulmuş, %90'ı bu paranın varlığı ile ilgili bir sosyal çevreye sahip, külhanbeyi tipli başkanlara alışkın olduğumuz için "Dr." sıfatı çok ilginç görünüyor. Bektur yaptıklarıyla da doktorluk sıfatının hakkını sonuna kadar veriyor. Mehmet Batdal'a yaptıkları 2 yıllık sözleşme uzatma teklifi ile ilgili açıklaması belki de bir Türk futbolcuya hitaben yapılan en ince, en insani açıklama.
Bu açıklamayı okuyunca aklıma Tugay Kerimoğlu'nun Glasgow Rangers'a transferi geldi. Tugay "Transfer teklifini neden kabul ettin?" sorusuna "Beni İstanbul'dan almak için özel bir uçakla geldiler. Oraya gittiğimde de bana gösterilen ilgi ve değer beni çok etkiledi" demişti.
Tüm dinamikleriyle Türk Futbolu olarak bu noktaya gelmemiz çok zor görünüyor olsa da buna benzer örneklerin yaşanmaya başlamış olması buruk bir umut doğuruyor insanın içinde.
"Büyük" takımların ve onların mantığını benimsemiş takımların (Bkz.Diyarbakırspor) başkanlarına, yöneticilerine, teknik direktörlerine (Bkz.Bülent Uygun, Tolunay Kafkas, Yılmaz Vural), onların yaptıkları açıklamalara, genel olarak hayata ve futbola bakış açılarına bir bakın, bir düşünün ve ardından aşağıdaki açıklamayı okuyun.

"Galatasaray'a transferi gündemde olan Mehmet Batdal ile görüşen sarı-lacivertli kulübün yöneticileri, genç futbolcuya 1 yılı opsiyonlu 2 yıllık sözleşme teklif etti.

Kulüp başkanı Dr. Mehmet Bektur, oyuncuya çarşamba akşamına kadar süre verdiklerini belirterek, ''Mehmet Batdal'ın kulübümüzde kalmasından yanayız. Yaptığımız ücret teklifi ile Galatasaray'ın önerdiği rakamın arasında çok büyük bir fark bulunmadığını o da gördü. Bizden bugün tedavisini sürdürmek ve bazı temaslarda bulunmak üzere İstanbul'a gitmek için izin istedi. Bu ince davranışı için teşekkür ediyoruz. Mehmet Batdal iki gün içinde son kararını verecek'' dedi."

Futbol alemimizin geneli bu mantıkta olsa, kulüpler bu şekilde yönetilse, Arap kültüründen en azından futbolda kurtulsak ne olur?
Evet, bence de çok sıkıcı olur, deplasmanlar olaysız geçtikten, yolda adam dövemedikten, rakibe ana avrat sövmedikten, sahaya elimize ne geçerse atmadıktan, deplasman otobüsünü taşlamadıktan sonra futbolun ne anlamı var ki?
Tüm bunları yazarken iğneyi kendime batırmayacak da değilim, hatta bazen hassas olduğum konularda (özellikle Körfezimize haksızlık yapıldığına inandığımda) ben de kantarın topuzunu fena halde kaçırıyorum ama kendim için de dahil olmak üzere "değişim" inancımı koruyorum ve şu an ütopya gibi görünüyor olsa da böyle bir Türk Futbol Alemi hayal ediyorum.
Bir gün gelir de biz model olarak İtalyalıktan kurtulup Almanyalığa doğru gider miyiz?
İşte onu bilmiyorum.


17 Mayıs 2010

Devrim


Layığıyla yazamadığımız blogumuzda bu duruma da yer ayırmamak olmaz.
Bütün komplo teorilerimizin çöktüğü, bütün genel geçer kurallarımızın yıkıldığı bir akşam yaşadık.
Ne dedik?
Al gülüm ver gülüm olur, Trabzon kupayı aldı, Fenerbahçe de ligi alacak dedik. Trabzonspor'da Onur, Giray, Egemen ve Cale dışındaki oyuncular bizi doğrulayacak gibi oynamış olmalarına rağmen, yanıldık...
Anadolu'dan bir daha şampiyon çıkmaz, yapmazlar, etmezler, Digiturk istemez, medya istemez, G.Saray, F.Bahçe, Beşiktaş ve tabii ki Trabzon istemez ve bir şekilde engellerler dedik. Bursaspor için Levent Kızıl faktörü olmasına rağmen, yanıldık...
Ertuğrul Sağlam vizyon kaybı yaşadı, Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra sıradan bir Anadolu takımında görev yapmaya başlamanın ne anlamı var ki? dedik, yanıldık...
1992-1993 sezonunda biz şampiyonluğa giderken son haftalar inanılmaz bir düşüş yaşamıştık. Sonradan gayrıresmi olarak kendilerinin de doğruladığı şekilde oyuncularımızın akıllarının çelindiğini, "Seneye sizi alacağız, maçlara fazla asılmayın, sakatlanmayın" diyen kulüplerin bizi sabote ettiğini öğrendik, aynı şey Bursaspor'un da başına gelir dedik, yanıldık...
Herşeyi geçtim yine bizim başımıza çokça geldiği şekilde hakemler engeller, federasyon izin vermez dedik, yine yanıldık...
Kocaelispor olarak yıllar boyunca birbirine ısınamamış, hatta açıkça birbirini sevmeyen iki taraftar grubuyuz ama Sezar'ın hakkını Sezar'a vermenin zamanıdır.
Bu arada an itibariyle TV'de futbol programlarını izliyorum. Hala daha Bursaspor'un şampiyonluğundan çok Fenerbahçe'nin nasıl ve neden şampiyon olamadığı konuşuluyor.
Bazı şeyleri değiştirmek imkansıza yakın derecede zor evet ama görüyoruz ki bazı şeyler değiştirmek gerçekten imkansız.
Her ne kadar önümüzdeki sene Manchester United-Bursaspor, Kocaelispor-Beykozspor maçlarını görecek olmak bizi derinden yaralayacak olsa da bu başarıyı takdir etmek bütün Anadolu takımı taraftarlarının görevidir diye düşünüyorum.
Tebrikler Bursaspor, yine inanmayarak söylüyor olsam da darısı başımıza.

05 Mayıs 2010

Buca Büyürken...


Bir zamanlar Dardanel'in desteğiyle Çanakkale Dardanelspor'un yaptığı gibi basamakları birer birer çıkan Bucaspor son haftalarda aldığı kötü sonuçlardan dolayı işini bir parça zora sokmuş durumda. Futbol kültürü kendisinden kat be kat fazla olan Adanaspor belki de bunun etkisiyle Buca ile aynı hizaya geldi. Bu arada adı geçen Dardanelspor da geçtiğimiz hafta bizim gibi Bank Asya'ya el salladı. Altay, Konya ve Karşıyaka'nın play-off'u garantilediği ligde son hafta Buca'da battı çıktı derdi olmayan Erciyes ile oynayacak Bucaspor veya Adana'da bir puan alıp ligi plaka koduyla bitirmek isteyen Karabükspor ile oynayacak olan Adanaspor direk çıkacak, diğer takım da çok daha meşakkatli bir sürece daha dahil olacak. O yüzden bana kalırsa bu haftanın en banko maçı Bucaspor, Adanaspor da son mermisini kullanacağı için Karabük'ün bu fanteziyi önümüzdeki yıllarda bir kez daha denemesi gerekebilir.
Bu yıl play-off sistemi ilk kez tek devrelik lig usülü oynanacak. Hem şans faktörünün azalmış olması hem de göreceli olarak ligi üst sırada bitiren takımın avantajına olması açısından mantıklı bir uygulama. Play-off maçlarının nerede oynanacağı ise henüz açıklanmadı, en azından ben duymadım. Maçların burada, İzmit'te oynanacağına dair söylentiler dolaşıyor olsa da "Cenaze evinde düğün olmaz" vecizesinden hareketle pek tavsiye etmiyorum. Kimseyle uğraşacak halimiz kalmamış olsa da özellikle Karşıyaka'nın maçlarında sıkıntı yaşanabilir.
Bizimle birlikte bir alt lige gelecek üçüncü takım da bu haftaki maçlardan sonra belli olacak. Adaylardan biri Rize ile oynayacağız ve bir türlü alamadığımız Büyükşehir Belediyesi desteğine sahada cevap vermek için Rize'yi yenip küme düşürmek istiyoruz nitekim B.B.Başkanı Karaosmanoğlu aslen Rizeli. Karaosmanoğlu'nun AKP temsilcisi olmasından dolayı oluşan Başbakan antipatisi de bir başka etken. Bunlar genel kanı tabii ki, biz düştükten sonra kim gitmiş kim kalmış şahsen benim hiç umrumda değil.
Düşme yolundaki diğer adaylar ise Süper Lig'den beraber geldiğimiz ve serbest düşüş konusunda rekor denemesinde bulunduğumuz Hacettepe ve yine bir dönem Kürşat Tüzmen'in desteği ile gündeme gelen Mersin.
Asıl gelmek istediğim konu ise daha önce uzun uzadıya anlattığımız ve altyapı çalışmaları ile dikkat çekip bugün geldiği noktayı daha ilerilere taşıması sürpriz olmayacak olan Bucaspor.
Yılların efsaneleri Karşıyaka, Altay ve hatta bir türlü belini doğrultamamış olsa da Göztepe'nin arasında sıyrılıp Süper Lig'in gişelerini görmeyi başaran Bucaspor'un U-15 takımı Danimarka'da Nike sponsorluğunda düzenlenen Manchester United Premier Cup'ta finalde Porto'yu penaltılarla yenip Avrupa Şampiyonu olmayı başardı.
Her ne kadar turnuvaya katılan takımlar arasında PSV ve Porto dışında üst düzey bir kulüp olmasa da bahsettiğimiz takımın imkanları diğerlerine oranla çok daha sınırlı olan Bucaspor olduğunu unutmayalım. Ayrıca alt yapısından tarihleri boyunca kayda değer oyuncular yetiştiren Kızılyıldız, Slavia Prag, Dinamo Zagreb ve İskandinav takımlarını da sayarsak bu yetenekli gençlerin başarısı daha net anlaşılabilir.
Bu hızla ve bu başarıyla devam ederlerse Bucaspor'un da bu takımlardan pek farkı kalmayabilir nitekim Bucaspor'u Bank Asya'ya çıkaran önemli isimlerden biri olan Ozan İpek'in Bursaspor'da yaptıklarını bu yıl net bir şekilde izleme imkanı bulduk.
Turnuvaya katılan tüm takımların listesi ve turnuva sonunda oluşan sıralama ise şu şekilde;
1. Bucaspor
2. FC Do Porto
3. FC Bravo
4. Brøndby IF
5. FC Zurich
6. Rommen SK
7. AGF
8. Vasas Academy
9. Red Star Belgrade
10. PSV Eindhoven
11. Slavia Prag
12. Brommapojkarne
13. NK Dinamo
14. Legia Warzawa
15. Konoplev YP
16. Tubruk Netanva
17. Sint-Truiden VV
18. FC Nitra
19. Academy Tyrol
20. HJK Helsinki
Belki de uzun zamandır görmediğim ve için için haset duyduğumdan, akıllı işler yapan, akıllı ve dürüst yönetilen kulüpleri seviyorum. Tarihe baktığımızda çok daha üstün göründüğümüz Bucaspor bunları yaparken biz hala altyapıdaki oyuncuların çoğunun torpilli olduğundan bahsediyoruz. Bu da kötü yönetimlerin bir kulübü ne kadar batırabileceğini, ne kadar çürüdüğümüzü ve küllerimizden doğmaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha gözümüze sokuyor.
Bucalı gençlere tebrikler, umarım bizden de birileri bu durumdan haberdar olur ve -inanmadan söylüyor olsam da- feyz almayı başarır.

16 Mart 2010

Aşkın Ölüm Hali


Muammer Çelik ıssız bir şehre düştü. Yanına, sigara, su ve Kocaelispor'u aldı ya da haber jargonuyla;
"Kocaelispor kulübünün başkanı Muammer Çelik açlık grevinde!"
Sadece bu cümle bile inanılmaz tuhaf, inanılmaz anlamsız-mış- gibi ama kesinlikle öyle değil, şaka değil, samimiyetsiz, göstermelik, blöf hiç değil.
Bu durumu açıklayabilecek, özetleyebilecek, yapılan şu hareketin ağırlığını kaldırabilecek bir şeyler yazamıyorum.
Bu kadarına da gerek var mıydı diye soruyorum kendime?
Bütün mal varlığı olan 4,5-5 Milyon TL parayı bu kulüp için harcayan, bunun yanında sadece maddi değil, her anlamda herşeyini bu kulüp için feda eden bir adamın hayal kırıklığını başka nasıl ifade edebileceğini ben de bilemiyorum. Empati kuramıyorum, sadece çok büyük saygı duyuyorum ve mutlu bir şekilde sonlanmasını umuyorum.


12 Mart 2010

ŞL ve AL ya da Bir Bahisçinin Haftalığı


Kocaelisporumuzun vermiş olduğu "geçmeyici" hezeyan dönemi nedeniyle ne blogun blogluğu kaldı ne de bizim futbol aşkımız ama tüm olanlara rağmen paraya olan bağımlılığımızı esas alarak devam ettiğimiz iddaa (daha doğrusu bir başka para tuzağı web sitesi) tahminlerimizden yola çıkarak bu hafta Avrupa'da oynanan maçları en azından veryansın etmek amacıyla yorumlayabileceğimizi düşünüyorum.

Şampiyonlar Ligi
Söze Şampiyonlar Ligi'nden elenen gafil Real Madrid ile başlamak istiyorum. 2010 Şampiyonlar Ligi Finali'nin oynanacağı Santiago Bernabeu'da, 100 küsür bin kişi önünde, kelimenin tam anlamıyla kendi saha ve seyirci avantajını kullanma fırsatını son 6 yılda olduğu gibi bir başka bahara bırakan Real Madrid biz bahis severlere adrenalin dolu dakikalar yaşatmaya devam ediyor.
Hafta sonu 0-2 yenik duruma düştükleri maçta başta Casillas olmak üzere tüm oyuncularının sol kulakları çınlama rekorları kıran Real, evinde Lyon gibi kendisinden yaşça küçük bir takıma mağlup olunca yine küfür yemekten kurtulamadı. Sürekli 1,5 üstü maç arayan ve garanti olsun diye 10 TL basıp 20 TL kazanmayı başarı sayan "simitçi bahisçileri" haricinde kimseyi memnun etmeyen 1-1'lik skor bir çok kuponun yatmasına neden oldu. Son dakikalarda bir gol atar da en azından prestiji yerle bir olmaz dediğimiz Real'in skor 1-1 iken kalesinde gördüğü iki net gol pozisyonu bahis severler tarafından sadece "Ulan Allah belanızı versin be!" şeklinde yorumlanabildi.
Bir gece öncesine dönelim. İlk maçta Fabregas'ın kendisinden bekleneni veremeyişi, bu yetmezmiş gibi maçtan sonra takım arkadaşlarını aşağılar nitelikte "Başkaları kadar koşmuyoruz, mücadele etmiyoruz, böyle olmaz!" açıklaması yapması Arsene Wenger'in sinirlerini bir hayli germişti. İkinci maçta Fabregas'tan kurtulmanın tek yolunun onu sakatlamak olduğu kanısına varan Wenger, antrenmanda "Paslandık be, biraz da ben oynayayım" diye yol yaparak çift kale maça dahil oldu ve Fabregas'ın aşil tendonuna basarak muradına erdi. Takım arkadaşlarının feci şekilde uyuz olduğu Fabregas'ın oynamadığı maçta alınacak skorun ona da kapak olacağını bilen Arsenal'li futbolcular bir yerine iki kişilik koşup işin bokunu çıkardılar ve maç 5-0 gibi tuhaf bir skorla nihayete erdi.
Şampiyonlar Ligi terbiyesini en iyi bilen kulüplerden biri olan Porto için yapılan ve taa Jardel zamanlarından beri süregelen "Porto ters takım hacı" söylemi de bu sonuçla tarihe karışmış oldu. Bu maça "Ev sahibi takım 4,5 üstü gol atar" bahisi oynayan 2 bahis sever şike iddiası ile göz altına alındı ama ekipler "Bendtner hat-trick yapar" bahisini oynayan başka bir bahis severin peşine düştükleri için kaçmayı başardılar. Bendtner'e oynayan bahis sever yakalandı ama Bendtner'in kız arkadaşı olduğunu belgelemesi nedeniyle serbest bırakıldı.
İlk maçı ofsayttan attıkları gol ile kazanan Bayern'liler maça "Allah yardımcımız olsun" duasıyla başladılar. Artemio Franchi tribünlerinin hınca hınç dolu olmasının gazıyla Fiorentina deli gibi saldırdı durdu. Genelde 1,5 veya 2,5 üstü bahislerinin yüksek oranda oynandığı maçta perdeyi açan isim Vargas oldu. Jovetic'in gününde olması hatta Gilardino'nun asist yapmış olması bir mucizeye işaret edecekti ki Van Bommel ceza sahası dışından yaptığı plaseyle gerilimi arttırdı. Yine Jovetic'in Bayern savunmasını elleriyle al aşağı ederek attığı golün ardından Robben sahneye çıktı. Attığı golle adeta bir sonraki gün elenecek olan Real'e gönderme yapan Robben Bayern'in turu geçmesini sağladı. Bayern'de 29.dakikada yerini Klose'ye bırakan Mario Gomes'in Euro 2008 sendromunu üstünden atamadığı gözlerden kaçmadı.
Manu'nun ilk maçı kazanmış olduğu için ikinci maça pek de asılmayacağı öngörülüyordu. Tamam kazanabilirdi ama tura yetecek sonuca ulaştıktan sonra saldırmanın ne anlamı vardı ki? Üstelik rakip kadro zenginliğini yitirmiş olsa da Serie A'da hala liderliğe oynayan AC Milan. Maç başabaş başlamış olsa da Rooney'in başı senaryonun yine Milan aleyhine gelişeceğinin habercisi oldu. İtalya'da "Forvet diye Huntelaar'ı oynatan bir takım ne kadar başarılı olabilir?" yazısı haftanın yazısı seçildi. Arsenal'in ardından Manu'nun da rakibini çok rahat bir şekilde ve farklı bir skorla yenmesini İngiltere'deki tribünlerin sahaya bitişik olmasına bağlayan Selçuk Yula cam bölme olmasaydı Fiorentina'nın da turu çoktan geçmiş olacağını iddia etti. İlk maçın etkisinden dolayı bu maça 1 oynamaya cesaret edemeyen bahis severlerin 1,5 ve 2,5 gol üstü oynadıkları kuponları tuttu. Halk arasında "bombalı" olarak nitelendirilen 0 ve 2 tercihleri ise hayalden öteye geçemedi.
Maçla ilgili bir başka anektod da tabii ki Beckham. Maça girerken alkışlanan, maç içinde ise bir kesim tarafından alkışlanan, bir kesim tarafından ise yuhalanan Beckham maçtan sonra yaptığı açıklamada "Bir adam gördüm hem alkışlıyordu hem yuhalıyordu. Sanırım benimle ta.ak geçtiler" dedi.

Avrupa Ligi
Düz mantıkları nedeniyle tüm Avrupa Ligi maçlarına üst oynayan bahis severler bilyoner.com tarafından gümüş tepsi ile ödüllendirildiler.
Gecenin bahis severleri çileden çıkaran sonuçları Lille, Standard Liege ve A.Madrid'den geldi.
Liverpool'u 1-0 mağlup eden Lille hem o maça 1 oynamayan herkesi yatırdı (%80), hem 1,5 ve 2,5 üstü oynayan herkesi yatırdı (%90), hem de 2 oynayan herkesi yatırdı (%47). Bahis severler Liverpool'un pek de iyi olmadığını bildikleri halde Fenerbahçe karşısında izledikleri Lille'den böyle bir sonuç beklemiyorlardı. Böylece bir tur önce Fenerbahçe'lilerin küfürlerine maruz kalan Lille oyuncuları bu kez tüm dünyadan bahis severlerin küfürlerine maruz kaldılar. Bu durumun takımın genel aurasını negatif yönde etkilediğini düşünen teknik direktör Rudi Garcia, Eyfel Kulesi'nin en üstüne ve Louvre Müzesi girişine takım halinde gidip dilek mendili bağlayacaklarını açıkladı.
"Panathinaikos Avrupa maçlarında çok farklı oynuyor" geyiği Avrupa ligi grubunda zaten al aşağı edilen Pana kendi beş para etmez liginde 7.sırada bulunan Standard Liege'e evinde yenilerek Türk bahis severlerin Yunan düşmanlığına düşmanlık kattı. Maçın üst(1-3) bitmiş olması gönüllere bir nebze de olsa su serpmiş olsa da banko olarak görülen bu maçın bahis severler üzerinde bırakmış olduğu travma kolay kolay geçeceğe benzemiyor.
Aguero, Forlan, Reyes ve Sabrosa'nın atacağı goller üzerinde algoritmik hesaplar yapan bahis severlerden ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Örgün Öğretim öğrencisi bir genç canına kıymak üzereyken son anda engellendi. Polisler tarafından yakalandıktan sonra "Bütün sorun eğitim sistemimizde" diyen genç bir daha bahis yapmaması şartıyla serbest bırakıldı.
Bu maçta 31.dakikada 10, 89.dakikada 9 kişi kalan Lizbon'un yakın zaman önce Porto'yu yenmiş olduğunu hatırlatan ukala bir bahis severin üst oynadığı kupon yatan kuponlar arasındaki yerini aldı.
Hamburg Anderlecht'i, Juve de Fulham'ı 3-1 ile geçti ve adlarını lekelemediler. Rubin Kazan-Wolfsburg, Benfica-Marsilya ve Valencia-Werder maçları tam da beklendiği gibi 1-1 bitti ama bahis severler bu kez de "Futbolda bu kadar da düz mantık olmaz" söylemine yenik düşüp geceyi beş parasız noktaladılar.
Rubin Kazan'da Hasan Kabze ve Gökdeniz ilk 11'de yer aldılar. Hatta başarılı oldukları bile söylenebilir ama maçın geceye damga vuran olayı Misimoviç'in golüydü.
 

03 Mart 2010

Adın İnmez Sekize


John Terry-Wayne Bridge ilişkisini İngilizler pek bir sevdiler. Bizim için de ilginç bir hikaye tabii ki yalan değil. Konu ile ilgili yazılanın, çizilenin haddi hesabı yok ama aslında futbol dünyasında sıklıkla duymadığımız bu hikayelerin çok ilginç olduğunu söyleyemeyiz. Çoğunluğu 20-30 yaş aralığında büyük bir maddi güce sahip, popüler bir dolu adam (ki söz konusu Terry'nin bir başka alışkanlığının da aracını park yasağı olan yerlere çekip parası neyse ödemesi olduğunu hatırlatalım), bir kısmı evli, evli olmayanların da malum nedenlerden dolayı karşı cinsle ilgili herhangi bir problemleri yok. Burada sorulabilecek tek soru "İngiltere'de hatun mu kalmadı birader?" olabilir ama bu imkanlara sahip bir adamın fantezilerinin kölesi olmasını da çok fazla yadırgamamak gerek (Bkz.Tarkan). Bizim gibi faniler tarafından yuh adi adamlar herşeyiniz var daha ne istiyorsunuz diyerek al aşağı edilebilecek bu tuhaf hareketler, eğer becerebilirsek empati yaptığımızda çok da anormal görünmüyor aslında. İhtiyaç duyduğu herşeye kavuşan bir insan hayatını nasıl renklendirebilir ki? Benim ihtiyaç duyduğum çok fazla şey olduğu ve muhtemelen önümüzdeki 100 yıl boyunca da bu durum böyle devam edeceği için bu konuya pek kafa yoramayacağım ama bu tip adamların yaptığı hiçbirşeye şaşırmıyorum bilakis kendilerince haklılar da bana kalırsa.
Başka bloglarda da değinilmiş gerçi ama olsun bizim için farklı bir anlam ifade ediyor. Terry-Bridge olayını duyunca buna benzer bir durumun Türkiye'de daha önce yaşandığını hatırlayanların aklına hemen Oktay-Serdar ikilisinin yaşadığı tuhaflık geldi. 1999 yılı Beşiktaş'ında forma giyen ikilinin arası Sezer Çakır adındaki manken hanımefendi yüzünden açıldı. Hikayeyi layığı ile anlatabilmek adına Hürriyet gazetesinde yayınlanan 7 Ağustos 1999 tarihli yazıdan bir alıntı yapalım. Tüm yaşananlar ayrıntılarıyla belirtilmiş. Bu olay aynı zamanda Kelebek Etkisi Teoremi'nin de bir başka kanıtı olma özelliğini taşıyor. Örneğin "Sezer Çakır Hanım'ın Kocaelispor tarihi üzerindeki etkisi nedir?" sorusu tek başına saçmalık gibi görünüyor ama hikayeyi okuduktan sonra çok farklı anlamlar ifade ediyor.

"Oktay'ın mümkün olduğu kadar gözlerden uzakta evlendiği Sezen Çakır, Oktay Derelioğlu'nun takım arkadaşı Serdar Topraktepe'nin eski nişanlısıydı.
Olay büyümeden kapatılmaya çalışıldı. Serdar ile Sezer arasında sanki nişanlılık ilişkisi hiç yaşanmamış gibi davranıldı. Oysa iki takım arkadaşı arasında soğuk rüzgarlar ne kelime, fırtınalar esiyordu. İdmanlarda bile yanyana gelmemeye dikkat ediyorlardı. Hiç konuşmuyorlardı. Oktay'a aralarında bir soğukluk olup olmadığı sorulduğunda ‘‘Serdar benim en yakın arkadaşım’’ diye geçiştiriyordu.
Sorun Beşiktaş yönetiminin de gündemine geldi. Bazı yöneticiler her ikisinin de takımdan gönderilmesini savundu. Ortalığı sakinleştirmek amacıyla Beşiktaş yöneticisi Yiğit Tozkoparan, Oktay-Sezer çiftini balayı için Uzakdoğu'ya gönderdi.
ANLAYAN ANLAR!
Tatil sonunda Beşiktaş, Almanya'da kampa girdi. Serdar askerdi, İstanbul'da kaldı. Oktay sakattı, Almanya'ya gitti ama kampa değil, tedaviye.
Takım İstanbul'a döndüğünde, Serdar ile Oktay, uzun bir aradan sonra birlikte ilk kez idmana çıktılar. Antrenmanı izleyen bir kısım taraftar Oktay aleyhinde tezahürat yaptı. ‘‘Anlayan anlar’’ diye bağırıyorlardı.
ARKADAŞIMIN AŞKISIN
Birden bütün gözler Oktay'a çevrildi. Beşiktaş'ın sevilen golcüsü bir anda hedefteki adam oldu.
Arkadaşının aşkını elinden almış, yanlış yapmıştı.
Herkes Oktay'ı ayıplıyor ve ‘‘Koskoca Beşiktaş Kulübü'nün futbolcusuna bu hareket yakışır mı’’ diyordu.
Ne var ki, olayın aslı göründüğü gibi değildi.
Olayların ve ilişkinin başlangıç noktasında, tarih 1998'in Aralık ayını gösteriyordu.
Oktay, bir defilede Sezer'i gördü ve hoşlandı. Tanışabilmek için bir fırsat aradı, daha doğrusu yarattı ve başardı.
Görüşmeler görüşmeleri, buluşmalar buluşmaları izledi. Sonunda aralarında müthiş bir aşk başladı.
BİR İNAT UĞRUNA
Tahmin edilenin aksine Sezer ile Oktay aşkı çok hızlı bir şekilde gelişti. Evlilik planları yapmaya başladılar.
Oktay, sevgilisi Sezer'i en yakın arkadaşlarından Serdar ile tanıştırdı.
Sezer, üzerindeki aile baskısı yüzünden hemen evlenmelerini isterken, Oktay maçların devam ettiğini bahane ederek ancak lig sonunda evlenebileceklerini söyledi.
İşte bu küçük anlaşmazlık Sezer'in ailesinin baskısı yüzünden büyük bir krize dönüştü. İki sevgilinin arası bozuldu.
Ve bir inat uğruna ayrılmak zorunda kaldılar.
Ayrılmak zorunda kaldılar ama Oktay'ın maçlardaki performansı düştü, aklını bir türlü topa veremedi. Aklında Sezer'den başka bir şey olmadığı aşikardı. Aslına bakılırsa Sezer'in durumu da Oktay'ınkinden çok farklı değildi.
SERDAR İLE SEZER
Oktay ile Sezer'in arası bozulunca, daha önce Oktay'ın birbirlerine tanıştırdığı, Sezer ile Serdar arasında bir elektriklenme doğdu. Önceleri arkadaşlık şeklinde gelişen ilişki bu dönemde birdenbire boyut değiştirdi. İlişkinin boyut değiştirmesinin sebepleri, gerekçeleri, amaçları bilinmiyor. Bilinen, o tarihten sonra Sezer'in yeni aşkının adının Serdar olması.
Bu gelişme öğrenildiğinde, Beşiktaş Kulübü içinde bomba gibi patladı ama kol kırıldı yen içinde kaldı, hiçbir şekilde dışarıya bilgi sızdırılmadı.
Sonuçta, Sezer'in ailesinin, istek düzeyini aştığı aşikar, baskısı üzerine, bu defa Serdar ile Sezer nişanlandı.
Bu son gelişme Oktay'ı iyice rahatsız, hatta hasta etti.
Ne var ki, hiç kimseye hiçbir şey söylemedi.
Sezer ile Serdar'ın nişanlılık dönemi iki ay sürdü.
Bir kere, Serdar'ın maçları, antrenmanları, kampları derken, bu yoğun çalışma temposu yüzünden fazla görüşme imkanı yakalayamadılar.
Sezer aradığını bulamamaktan şikayet etmeye başladı. Üstelik o kadarla da kalmadı ve konuyu ailesine açtı. Oktay'ı aklından bir türlü çıkartamadığını, Serdar'dan ayrılmak istediğini söyledi.
Serdar'a da Sezer'den ayrılmayı kabullenmek kaldı.
Bu arada Beşiktaş yöneticileri her iki futbolcunun da performansından memnun değildi.
SİL BAŞTAN OKTAY
Aradan bunca olay geçmesine rağmen Oktay, Sezer'e duyduğu yakınlığı, sevgiyi yüreğine gömmeyi başaramadı. Bir türlü Sezer'i unutamadı.
Ne var ki, arada takım arkadaşı Serdar olduğundan eski sevgilisini de arayamadı. Ancak Serdar'dan ayrıldıktan sonra; Sezer'den Oktay'a gelen görüşme talebi her şeyin yeniden başlamasına, küllendiği sanılan volkanın yeniden patlamasına yol açtı.
Sezonun sonuna gelindiğinde Sezen ile Oktay tekrar birlikte oldular. Sezon biter bitmez evlenme kararı aldılar. Ve çift, alelacele, sessiz, sakin bir biçimde aile arasında kıyılan yıldırım nikahıyla dünya evine girdi.
Oktay ile Sezer, Uzakdoğu'daki balayından döndükten sonra gelişen olaylar iki futbolcu arasındaki gerginliği daha da arttırdı.
Takımdaki huzurun bozulması üzerine Beşiktaş yönetimi çare aradı ve her iki oyuncusunu da satmak için takım arayışına girdi.
Beşiktaş taraftarı da gelişmeler karşısında ne yapacağını, nasıl davranacağını şaşırmıştı. Onlara göre suçlu olan Oktay'dı. Oktay taraftarlarla bir toplantı yaparak durumu düzeltmeye çalıştı ve olumlu sonuç aldı.
SERDAR-OKTAY ELELE
Nitekim, İnönü stadındaki sezon açılışında, taraftar iki futbolcuyu elele tribüne çağırdı. Amaçları iki eski dostu barıştırmaktı. İki futbolcu bu baskı karşısında isteneni yaptı, elele tribünü selamladı ama bir daha asla birbirine karşı sıcak davranmadı.
Beşiktaş'ta artık ipler kopmuştu. Takımdaki iç huzuru sağlamak amacıyla, bir iddiaya göre, Ahmet'in transferi bahane edilip, Serdar Kocaelispor'a verildi.
Tam her şey yoluna girdi derken bu defa da, Oktay'ın, yöneticilere haber dahi vermeden gerçekleştirdiği basın toplantısında söyledikleri yeniden ortalığı karıştırdı:
‘‘Serdar beni telefonla arayarak ölümle tehdit etti. Sen benim Beşiktaş'tan kopmama sebep oldun, ben de senin futbol hayatını söndüreceğim. Seni ve oğlunu dağa kaldırtıp sakatlanmana neden olacağım, dedi.’’
SERDAR'DAN SERT YANIT
Olan biteni Kocaeli'den izleyen Serdar'ın, Oktay'a yanıtı çok sert oldu:
‘‘Oktay'ın dengesiz biri olduğunu biliyordum ama bu kadarını tahmin edemezdim. Her fırsatta, ikimizin kardeş olduğunu söylüyor, Türk toplumunda biri, hem de kardeşinin elinden, nişanlısını alır mı?’’
Oktay'ın yaptığı açıklamalar karşısında şok olmuştu. ‘‘Eski nişanlımla ilgili her şey geride kaldı. Ben o defteri çoktan kapattım. Ama anlaşılan Oktay kapatamamış’’ diyordu.
SUÇ DUYURUSU
Tam bu sırada başka bir gelişme daha yaşandı. Cumhuriyet Savcılığı'na giden Oktay, eski takım arkadaşı aleyhinde, kendisini tehdit ettiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Böylelikle olay resmi makamlara intikal etmiş oldu.
Savcılığa iki arkadaşıyla gelen Oktay, polisten herhangi bir koruma talebinde bulunmadı. ‘‘Benim eşim dostum sağolsun, onlar beni korur’’ dedi.
İfadesinde, önceleri Serdar'dan gelen tehdit telefonlarından çekinmediğini, ciddiye almadığını ancak otomobille giderken Sarayburnu'nda iki araba ve dört kişi tarafından yolunun kesilmesi ve onu hemen değil, daha sonra öldüreceklerini söylemeleri üzerine bu işin altında Serdar'ın bulunduğuna karar verdiğini anlattı.
Oktay basın toplantısının ardından sordu:
‘‘Neden, bunlar hep benim başıma geliyor?’’
BOŞANACAKLAR MI?
Oktay'ın başına gelenler bu kadarla sınırlı değil ne yazık ki!
Sezer'in ailesinin evlenmeleri için baskı yapmasından sonra, ortalıkta dolaşan söylentilere göre, şimdi de Oktay'ın ailesinin boşanmaları için baskı yapmaya başlaması, işleri iyice arap saçına döndürdü.
Oktay'ın ailesi, Sezer'in, Oktay'la evliyken hala Serdar'ı arayıp durduğunu, dört yüz milyon liralık cep telefonu faturasının bu iddiayı ispatladığını öne sürüyor. Bunun üzerine Oktay da eşini ve oğlunu alıp baba evini terk ediyor.
Giderek yoğunlaşan söylentilere göre, genç çiftin arasındaki gerginlik iyice artmış durumda hatta boşanmanın eşiğindeler.
Ya da Oktay, kendi ailesinden gelen de dahil olmak üzere her türlü baskıya direnecek ve evliliğini koruyacak.
Bu üçlü aşk ilişkisinin nasıl sonuçlanacağıysa, şimdilik kahramanları için bile merak konusu...
GÜVENÇ KURTAR: SERDAR'A KEFİLİM
Oktay ile Serdar arasındaki düello sürerken bir açıklama da Kocaelispor Teknik Direktörü Güvenç Kurtar'dan geldi. Serdar, Oktay hakkında bir açıklama yaparsa takımıyla ilişiği kesilecekti. Konuşması, Kocaelispor yönetimi tarafından yasaklanmıştı.
‘‘Spor camiası içinde kimsenin kimseyi tehdit edeceğine inanmıyorum ve Serdar'ın böyle bir şey yapmayacağına da kefilim’’ diyordu.
Güvenç Kurtar, gelişmeleri farklı bir açıdan yorumluyordu:
‘‘Oktay'a tepki gösterenler çete değil sadece Serdar'ı seven Beşiktaşlı taraftarlardır. Bunlar iki arkadaş arasında yaşanan şeylerdir. Ben takımımda bu tür problemler istemiyorum. Oktay-Serdar tartışması bize göre bitmiştir."

Oktay, hayatı film olacak adam vesselam. Hatırlarsanız ilk eşi intihar etmişti hatta TV'lerin kokuşmaya başladığı ilk günlerde onun haberi ilk aldığı andaki görüntüleri yayınlanmıştı, maalesef hala hatırlarım, çok üzücüydü. Ardından bu olay oldu. Bu arada birileri çıktı Oktay aslında bizim çocuğumuz DNA testi istiyoruz dedi, bir de onlarla uğraştı. Bu olaydan sonra dönemin meşhur JET Fadıl'ının takımı Siirt JETPA'ya satıldı. Orada pek oynamadı. Sonrasında kısa bir Gaziantep macerasının ardından İspanya'ya Las Palmas'a gitti. Orada da şimdi adını hatırlayamadığım İngiliz bir futbolcuyu Türklere hakaret ettiği gerekçesiyle dövdü ki futbolu bıraktıktan sonra yaptığı açıklamasında keşke Las Palmas'a gitmeseydim dedi. Tüm bunları yapan adam çok da önemli bir forvetti, 1997 yılı Belçika maçındaki olağan dışı golü atan aynı adamdı. Maradona gibi, çok yetenekli ama yaşadığı tuhaf derecede ağır olayların etkisiyle tutarsız, dengesiz.
Olayın Kocaelispor etkisi ise Serdar'ın Kocaelispor'a transferi. Hala daha tribünlerin bir numaralı sevgilisi olan ve bugüne kadar yaptıklarıyla Kocaelispor'da idol haline gelmiş bir oyuncunun Körfez'e gelme serüveni aslında böyle tuhaf bir temele dayanıyor.
Pekin'de uçan kelebek New York'da neler yapar bilmiyorum ama bu kadın milleti bir futbol takımını rezil de eder, vezir de onu biliyorum. Bridge, Terry elimde kalır gerekçesiyle 2010 Dünya Kupası'na gitmeyecek, Milli Takım kaptanlığı da Gerrard'a verildi. Bakalım İngilizler bu gelişmelerden nasıl etkilenecek?
İngiltere'de İngiliz futbolcuların eşlerini de Dünya Kupası'na götürmek istediğiyle ilgili bir haber çıkmıştı. Capello bu duruma karşı çıkmış, futbol oynamaya gidiyoruz demişti. Onun da eli bir parça güçlendi böylece. Özellikle Ashley Cole'un yerinde olsam yalnız giderdim, neme lazım.

Related Posts with Thumbnails