Radyo veya televizyondan Halit Kıvanç’ı dinleme şerefine erişemedik, tıpkı Pele’yi, Cruyff’u, Metin Oktay’ı, Turgay Şeren’i izleyemediğimiz gibi ama bizim izlediklerimiz de 2008 yılında nimet sayılacak cinsten…
İlk defa ne zaman radyodan maç dinlediğimi hatırlayamıyorum. Maçları takip etme ihtiyacı hissettiğim dönemler olan 90’lı yılların başları olması gerek. O dönemde maçların üç güne dağılımı, yok yayıncı kuruluş böyle istemiş, UEFA Kupası maçı varmış gibi nedenler yoktu. Bir ya da ikisi hariç tüm maçlar Pazar günü ve gündüz oynanırdı. Kocaelispor’un maçları evvel ezel naklen yayın önceliği taşımadığı için tek çaremiz maçı radyodan dinlemekti. TRT’nin klasik yayınında da maçlar dönüşümlü verilir. Şimdi olduğu gibi 2-3 maç olsa yine iyi, en az 5 bazen 6 maç dönüşür durur. “Mikrofonlarımız” Türkiye’nin her yerini tavaf eder. Mikrofonlarımız Adana’da, mikrofonlarımız Trabzon’da, mikrofonlarımız Samsun’da, mikrofonlarımız Kayseri’de, Kocaeli’de, Bursa’da, bazen bu goller öyle arka arkaya gelirdi ki yeter ulan!! diye isyan ederdik. Hatta kafamın karıştığı çok dönemler hatırlarım. Golü atan Hami, ses kısılır merkez stüdyodaki spiker “Mikrofonlarımız İzmir’de” der “Ve bu golle Altay 1-0 lık üstünlüğe ulaşıyor, dakika 55 gol Tahir, tekrar merkezdeyiz” yahu bir dakika Hami vardı ne oldu ona? Hop dönüveririz yine Ankara 19 Mayıs Stadı’na “Yimpaş Yozgatspor Preko’nun golüyle Petrolofisi karşısında farkı ikiye çıkardı, dakika 58 gol Yaw Preko, tekrar merkezdeyiz”, aynı Hami’ye geri dönünceye kadar ömrümüzden ömür giderdi tabii ki bizim önceliğimiz Kocaelispor örneğimiz Hami.
Pazar günleri gezme hastalığımız da vardı bir dönem. Sapanca Gölü çevresine ya da şimdi adını hatırlayamadığım başka piknik alanlarına atardık kendimizi hafta sonları. Bir yandan tıkınırken yanı başımızdaki arabanın radyosundan maçları dinlemenin keyfi de bir başkaydı. Hatta aracında radyo olmayan diğer Körfezliler nevale paylaşma bahanesiyle yanımıza sokulur, sanki kırk yıldır tanışılıyormuş gibi Güvenç Kurtar’ın ne kadar cesur bir futbol oynattığından bahsedilirdi. Son Kayserispor maçını uydunun radyosundan dinlediğimi düşününce o günlere olan saygım bir kat daha artıyor, şarkıdaki gibi oldu resmen “Biz büyüdük ve kirlendi Dünya!”.
O günlerden aklımda kalan spiker seslerini de unutmam mümkün değil. Ercan Taner, İlker Yasin gibi isimleri radyo yayınlarından pek hatırlamıyorum açıkçası. Hatırladıklarım Levent Özçelik, Hüseyin Başaran, Abidin Aydoğdu, Tansu Polatkan, Orhan Ayhan, Murat Ünlü ve son dönemlerde Yalçın Çetin ile Kerem Öncel. Orhan Ayhan ve Abidin Aydoğdu gibi işin eski kurtlarının ayrıntılara verdiği önem her zaman takdir edilecek cinstendir. Orhan Ayhan maçın başında formaları tarif eder, formaları ayrı, şortu ayrı, tozlukları ayrı anlatır ve anlamamak imkansızdır. Abidin Aydoğdu ise maç içindeki betimlemeleriyle ünlüdür, örneğin “Topun hızı Mirkoviç’in hızından fazla olduğu için top auta gitti” der, kısaca yetişemedi demez, kendine has bir tarzı vardır yani eskilerin, nev-i şahsına münhasır kimselerdir.
Günümüzde bu duayenlerden hangileri radyodan maç anlatmaya devam ediyor bilemiyorum. Alem FM’de maç anlatmaya devam eden Ümit Aktan’ın hala keyifli bir anlatım sunduğunu söyleyebilirim. Gençlerbirliği maçını TRT’de anlatan isim ise hanımefendi spiker Semahat Arslaner’di. Semahat Hanım aynı zamanda eski futbolcumuz Ahmet Arslaner’in de eşidir. Kendisiyle yapılan bir röportajda sorulan “En çok hangi maçı anlatmak isterdiniz?" sorusuna
"Eşimin Kocaelispor’da futbolcuyken Beşiktaş ile oynadığı Türkiye kupası finalini anlatmak istemiştim. Kupayı kazanmışlardı. Bundan sonra ise Türk Milli takımı ya da Türkiye’den bir takımın finalini oynadığı bir uluslararası karşılaşmayı anlatmak isterim." yanıtını vermişti. Maç anlatımı tercih sebebi olur mu tartışılır ama severiz, sayarız kendilerini.
Radyodan dinlediğim ve aklımda kalan gelmiş geç en güzel maç ise 1991-1992 sezonunda Fenerbahçe ile oynadığımız kupa maçıdır. Spikerin “Tanju vuruyor ve….”dedikten sonra kala kaldığını hatırlarım, neler olduğunu anlamak mümkün değildi, sonradan gördük ki İsmetpaşa’nın o zaman ki balçık zemininde top kale çizgisi üzerinde takılıp kalmıştı. 76. Dakikada bu pozisyonda golü bulamayan Fenerbahçe’ye 83.dakikada Saffet ile golü atmış ve maçı 1-0 kazanarak Türkiye Kupası’ndan elemiştik. Çeyrek finalde Gençlerbirliği’ni de eleyip yarı finalde Bursaspor’a elendik ama o yıl bir 2.lig takımı olarak yarı finale kalmış olmamız aynı zamanda gelecek yıl ligi sallayacağımızın da bir göstergesiydi. O sezonu en yakın rakibi Zeytinburnu’nun 23 puan önünde tamamlayan Körfezimiz, 1992-1993 sezonunda 1.Lige yeni çıkmış olmasına rağmen ligi dördüncü tamamlamış ve UEFA Kupasına katılma hakkı elde etmişti.
Son olarak radyocuların spora bakış açısına geçiş yaparak 18 Nisan 2007 tarihinde Tansu Polatkan ile yapılan bir röportajdan alıntı ile bitireyim.
"Tenisi düşünün. Lise 1. ve 2. sınıflara kadar sporcu geliyor. Bundan sonra istikbal endişesi başlıyor. Verimli olacakları dönemde dersler ve kurslar ağırlık kazanıyor. Diğer branşlarda da ekonomik getiri futbol ya da basketbol gibi değil. Zaten Türkiye'de herkes önce futbolcu olmak ister. Ama olamıyor ve spora meraklıysa diğer branşlara kayar. Seçile seçile gelir, atletizmde iki isim çıkar, voleybolda hiç çıkmaz. Basketbolda son zamanlarda çok farklı isimler çıktı. Onlarda da baktığınızda ailelerin ekonomik yapısı ve kültür anlayışı dikkat çekiyor. Bireysel sporlarda pek başarılı değiliz. Belki de ırk olarak buna müsait değiliz. Belki kafa olarak... Ben hep bu örneği veririm. Türkiye'de iki ortak bir sene geçinemezler. 11 tane adam ya da 5 tane basketçi sahada nasıl başarılı olacak derim... Mehmet Okur çok başarılı bakın. Ama onunla aynı seviyedeki oyuncuların takımı aynı çıkışı yakalayamıyor. Toplum olarak spor bilincimiz çok az. Bunun bir yaşam şekli haline getirilmesi gerekiyor.”
0 yorum:
Yorum Gönder