30 Aralık 2009

Hoşgeldin 1966!


Hele bir soluklan yeğen, al şu suyu içiver denebilir böyle bir başlık karşısında ama bu yıl bizim için 2010 değil 1966 olacak. Ne demişti Muammer Çelik basın toplantısında;
"Bugün burada toplanmamızın sebebi 1966 ruhunu getirecek olmaktır. Biz göreve gelirken bunu söyledik bu duyguları sizlerle paylaşmak istedik. 8 aydır kimsenin olmaz dediği işi yani lisans sorununu çözdük. Çünkü benim en başından beri çözülür dediğim olay işte buyurun 7 günde çözüldü"
Henüz doğum sancısı aşamasında olan "Bir tuğla da sen koy" kampanyası ile birlikte şehir ve taraftar dinamiği de bu ruha katkıda bulunmaya çalışıyor. Hoş, Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim "Lalezar" Karaosmanoğlu Kocaelispor'u badminton takımı sanıyor ama olsun o olmadan yakalanacak başarı tadından yenmeyecek.
Belki hayal belki değil. Belki Körfez 10 yıl sonra kurumsal bir yapıda, siyasilerden tamamen bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen bir kulüp olacak. O zaman bugünleri düşüneceğiz, çok kötüydük kurtuluş adımını ilk biz attık diyeceğiz. "Hepimiz Hasan Tahsiniz" diye pankart yaptıracağız, üstünde de bir zümrüdüanka kuşu olacak, neye benziyorsa artık, zamanı gelince buluruz.
İşbu yüzden bu yıl yeniden doğuş yılı, gayrıresmi 1966'dır. Zaten insan kendisini hangi yılda hissediyorsa oradadır, değilse de umrumda değildir.
Herkese iyi yıllar olsun, yeni yılın eskisini unutturacak kadar güzel olması dileğiyle...


Soğuk Şehrin Soğuk Talihi


22 Ekim 2009
Erzurumsporlu futbolcular başbakanın konvoyu geçerken yol kenarına diziliyorlar ve yardım istiyorlar. Hiçbirini tanımam, seviyeleri hakkında hiçbir fikrim yok ama ne durumda olurlarsa olsunlar kaçmıyorlar, ellerinden geleni yapıyorlar.


28 Aralık 2009
Trabzon Karadenizspor maçı başlar başlamaz bir dakika hareketsiz durarak protesto ediyorlar içler acısı hallerini. Para namına hiçbirşey yok. Maçlara kendi imkanları ile gidiyorlar ama pek tabii ki bir yere kadar. Maçtan sonra da bu pankartı açıyorlar; Bizden bu kadar!..
Sanki organizasyonu düzenleme hakkı çoktan bize verilmiş gibi alevlenen Euro 2016'da maçların oynanacağı şehirler tartışmasının üstüne bu iyi geldi. Profesyonel yapıdan uzak Anadolu kulüpleri can çekişiyor. TFF'nin kulüp yönetimleri ile ilgili herhangi bir çalışması da yok. Her kulüp kapanın elinde kalıyor. Sen önce futbol organizasyonunu adam gibi yap, adam gibi yönet ki sıra Euro 2016'lara gelsin.
Turnuva bizde düzenlenmesin mi? Tabii ki düzenlensin ama masada yatan hastalar da unutulup öldürülmesin. Önce mevcut sorunlar çözülsün sonra varsın Trabzon olmasın, Diyarbakır olmasın ya da olsun. Herşeyi hesapladıktan, hazırlandıktan sonra ne fark eder?
Bana kalırsa bu şehirler olmasa da değişen bir şey olmaz ama Erzurumspor, Kocaelispor, Samsunspor, Malatyaspor olmazsa çok şey değişir.



Aşk, Meşk, Futbol, Hayat...


"İzmit depreminden birkaç yıl sonraydı... Bir üniversite panelinde davetli konuşmacılardandım... Ön sıralardaki genç hocalardan biri (sanırım biraz da arka sıralardaki öğrencilerden alkış alma hevesiyle) müstehzi bir ifadeyle şöyle sordu: "Neden hep aşk meşk konularında yazıyorsunuz? Bunlar kaç kişiyi ilgilendiriyor? İnsanların, memleketin, dünyanın çok daha hayati meseleleri var!" Sessiz bir bekleyiş sardı bütün salonu. Haklısınız, dedim, çok daha hayati meseleler de var. Ama aşkların, ilişkilerin, dostlukların, sevdiklerimizin biz insanlar için hayati önemde olmadığını kim söyleyebilir? Mesela 17 Ağustos sabaha karşı 3 sularına geri dönelim... O dehşet içinde, o korkunç yıkım başladığında tek bir kişi bile politikayı düşünmüş müdür? Tek bir kişi olsun duvarlar üzerine üzerine gelirken kendi kredi kartı borçlarını veya ülkedeki ekonomiyi aklına getirmiş midir? Çevresel sorunlar, toplumsal sorunlar o an kaç kişiyi ilgilendirmiştir acaba? Ama hepimiz biliyoruz: Tam o anda, saat 03.02'de ne çok insan, o dehşet içinde bile, hatta özellikle ve belki sadece aşkı aklına düştü. Ne çok insan o anda sevgilisinin ne halde olduğunu, sevdiklerini, dostlarını, karısını, kocasını, çocuğunu, annesini, babasını düşündü..."
Haşmet Babaoğlu

Biz ne yaptık peki depremden sonra?
İzmit'te staj yapıyordum. Ben İzmitteydim, ailem İzmir'de. Depremden yarım saat kadar sonra babam aradı. Henüz alışmadığımız artçılar gelirken nasıl olduğunu hala anlayamadığım bir şekilde sorun yok, herşey yolunda dedim. İzmir'de bile hissettik dedi. İnanmadı ama bozmadı da. Hepiniz iyiyseniz sorun yok, ben seni almaya geleceğim dedi.
Sonra ben büyüdüm. Okullar okudum, askere gittim, işlere girdim, çıktım. Koalisyonlar geldi, geçti. Kanunlar çıktı, her gelen bir öncekini bozdu, yeniden yaptı. Sınav sistemleri değişti, hayatımı derinden etkiledi evet ama ne annem değişti ne kardeşim ne babam. Sevgililerim oldu, bazıları geçti, biri hep kaldı. Benim inandığım hayata göre nerede olursam olayım ne yaparsam yapayım, örneğin farklı bir sınav sistemi ile farklı bir bölümde hatta farklı bir şehirde okusaydım da onlarla karşılaşacak, sevgili olacaktım, öyle yazılmıştı, kaçamazdım.
Yolda görseniz görünüşüne bakıp ciddiye almayacağınız birisi "İnsanın iki günü doğarken yazılırmış, hiç değişmezmiş; bir evleneceği, iki öleceği gün" demişti bana. Hiç sorgulamadım, inandım.
Kalanlar hiç değişmedi evet ve ben o günden beri aklımı en çok aşkla, meşkle, annemle, babamla ve tabii ki futbolla kurcalıyorum. Diğer konularda hiç uçlara gitmedim, bilmem. İlgilenmiyorum da. Mevsimlik açan çiçekler, sadece ağustos ayı boyunca yaşayan ağustos böcekleri, bir gün ömrü olan kelebekler gibiler benim için ki bu saydıklarım onlardan çok daha değerli şeyler, en azından doğa adına, dünya adına, evren adına.
İyi ki böyle yapmışım ve yapıyorum. Evet bunalıyorum. Bir anlam eksikliği var hayatımda, farkındayım ama bunun nedeni seçtiğim yol değil. Neden kaynaklandığını bilmiyorum ama neden kaynaklanmadığını çok iyi biliyorum.
Eşek kadar adam oldum. Kendime ait bir evde kendi paramla geçiniyorum. Babamla her telefon konuşmamızda bir ihtiyacım olup olmadığını soruyor hala ve ben biliyorum ki yeni bir depremden daha sağ çıkarsam beni almaya gelecek.
Hangi politika? Hangi zam? Hangi fatura? Hangi küresel ısınma?
Hayat kalp atmaya başlayınca başlar, atması bitince biter. Aşkın, sevginin kalple özdeşliği buradandır.
Kalbinizi sevmek için "Becel" yemekten fazlasını yapın. Yoksa ne kadar çok şeyle ilgilenirseniz ilgilenin, oradaki boşluğu doldurmanız mümkün olmayacak.

29 Aralık 2009

Aralık Kemeri


Aralık ayında Kemer'de eğitim ayarlayan zihniyete lanet olsun. Dışarı çıktığımızda gördüğümüz üç tane köpek, açık durumda olan birkaç esnaf, saat kulesi önünde top oynayan iki çocuk ve bir cami inşaatı.
Bir yeri insansız durumda iken tahlil etmek -özellikle de ilk defa gittiyseniz- çok daha sağlıklı sonuçlar verir. Örneğin İzmit'te Yürüyüş Yolu'na boşken bakmak lazım, eskiden buradan tren geçerdi "İçinden tren geçen şehir"di burası demek lazım. Güzel bir kız var mı çevrede diye düşünmeden, bisikletli herifin teki üstüme üstüme gelir mi demeden, yoksa burası köpek yürüyüş yolu mu? diye sormadan öylece yürümek lazım.
Kemer'e dönersek güzel ülkemin turizm anlayışının deniz ve güneşten ibaret olduğunun en açık göstergesi gibi sanki. Kemer'in Yerlisi diye bir kavram yok. Güzelim narenciye bahçeleri satılmış, her yeri oteller ve barlar kapatmış. Bana kalırsa kocaman bir hapishane gibi. Otellerdeki herşey dahil olayı da cabası. Otelden çıkmadan ömür boyu yaşamak mümkün. Buraların yaz döneminde Rusya'ya dönüyor olması da Rusların ne kadar sığ bir tatil anlayışına sahip olduklarını gösteriyor tabi, diğer alternatiflere göre daha ekonomik bir seçim olduğumuzu saymazsak. Karşıda görünen güzelim Tahtalı anlatılanlara göre çok fazla tercih sebebi değil. Bu arada Nefes filmi de burada çekilmiş, ben yeni duydum.
Peki bunca şey saydım ben yaz döneminde fırsat bulursam Kemer'e gitmeyecek miyim? Tabii ki gideceğim ama inan olsun bayıldığımdan değil.
İstemem yan cebime koy, hormonal şeyler bunlar bazen fazla kafa yormamak gerek. Benim de tatil anlayışım sığ imiş, evet.

22 Aralık 2009

Elephant Driver


National Geographic okuyucuları 2009 yılının en iyi fotoğraflarını seçmişler. Bu fotoğraf uluslararası oylardan pek itibar görmemiş ama İngilizler kıymetini bilmişler.
Uluslararası alanda seçilenler de pek tabii ki görmeye değer.



Mekan-ı Hayal


Her yılbaşının klasik geyiğidir. Büyük ikramiye size çıksa ne yaparsınız?
Böyle şeylerden medet ummayacak hatta böyle bir ihtimalin hayalini bile kurmayacak kadar kötümser birisi olmama rağmen eş-dostun aklımı çelmesiyle kendimi tutamadığım zamanlar oluyor.
En büyük hayalim ise geçtiğimiz sezonki transferlerimizden biri olan Maurice "Brave Heart" Ross'un da vermiş olduğu gazla bir spor-bar açmak. Hatırlanacağı (büyük ihtimalle hatırlanmayacağı) üzere Ross Norveç'te futbol oynadığı dönemde İskoç Bar Kültürü'nü özlediği için bir spor bar açmıştı. İzmit'te de açmasını bekledik ama maalesef buradaki ömrü pek uzun olmadı. Hoş olsaydı da İbrahim Karaosmanoğlu'ndan alkol ruhsatı alamayacağı için süt-bar açmak zorunda kalacaktı. Benim nasıl açacağımı sormayın, bir torpil bulurum.
Fotoğraftaki cafenin Hindistan'da olduğuna inanamıyor insan hatta bir tane de yok. Xtreme Sports Bar adında bir spor-bar zinciri ki eminim Amerika ya da Avrupa'da çok daha gelişmiş versiyonları mevcuttur. Bu cafenin tek özelliği hayal kurulabilecek kapasitede olması. Fotoğraf tam anlamıyla fikir vermiyor olsa da maliyeti 1 Milyon lira civarı. Ne kadar da hayal kurulabilecek kapasitede değil mi? Ama biz şu anda en az 7,5, vergi kesintileri ile 6 Milyon Lirayı cebe indirmiş olarak hesap yapıyoruz, o zaman makul sayılır, evet.
Bir spor bar içinde neler barındırır ya da barındırmalı da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Benim açacağım barda (açacağım???) pek tabii ki maç yayınları ve Playstation, Bilardo, Langırt gibi ufak tefek çerez renklendiriciler olacak. İşler yolunda giderse bunu daha büyük bir tesis haline getirip kalitelisinden bir halı saha, bowling, spor salonu ve hatta belki havuz ekleyebilirim, bilmiyorum. En önemlisi ise (nasıl unuttum!) gerçek boyunda balmumu bir Maradona heykeli olmalı ki bu konuda maliyetten asla kaçmam (bir ki ile daha bağlayayım Madam Tussaud müzelerinin bile hiçbirinde yok).
Yazıya tekrar dünyaya dönüp devam edersek bu tip cafelerin sporu (daha doğrusu futbolu) bu kadar seven bir ülkede yaygın olmaması çok ilginç geliyor bana. Güneydeki tatil beldelerimizde İngiliz turistleri kandırmak için maçların yayınlandığı zamanlar doğan geçici spor-bar havalı yerleri saymıyorum. İzmit'te zaten yok, İzmir'de de bilmiyorum. İstanbul'da olabilir, ben bilmiyorumdur ama yaygın olmadığı aşikar. Bizim maç izleme kültürümüz sigara dumanından yeni kurtulmuş kıraathaneler ile sınırlı.
Yeri gelmişken küçücük bir dip not ekleyeyim. Kıraat Arapça okumak anlamına geliyor (İslam dininde daha geniş anlamlar da ifade ediyor). Kıraathaneler ise Osmanlı zamanında kitap, o dönemin şartlarında olduğu kadarıyla gazete, dergi vs. okumak için yapılan yerler. İşin aslı okumak değil dinlemek için yapılan yerler çünkü o dönemde okuma-yazma bilenlerin oranı çok düşük, Hoca'nın hikayesinde olduğu gibi okuyanlar okuyamayanlara anlatıyor. Devran dönüyor ve kıraathane adındaki yerler okeyhane, yer yer batakhaneye dönüşüyor, en çok okunan gazete de "Şok" oluyor.

2010 yılı itibariyle bu zinciri başlatacağım. 1 Ocak'a kadar da isim düşüneyim. Para geldikten sonra da hazırlıklara başlarım.
Evdeki hesabın çarşıya uyup uymadığı ile ilgilenmeyince hayat ne güzel Ya Rab!

21 Aralık 2009

Dişdöken Chucky


























































Saffet Sancaklı'nın da hastası olduğu adam Chucky abi bu işin de faili pekala olabilir.
Massimo Tartaglia'nin Facebook'taki hayran kitlesi büyüye dursun bu Berlusconi adamının başına bir haller geleceği çok belliydi. Gazetede gözüme çarpan bir haberde hatunun biri "Hepimizi teker teker kucağına oturttu, okşadı" diyordu mesela. Tamam bizim başbakanlarımız da biz dahil herkese yapıyorlar bunu ama çaktırmadan yapıyorlar. Sen ne testesteron manyağı adammışsın öyle! Üstelik Milan da bu durumdayken yapıyorsun bunları.
İtalya'da bu olayın düzmece olduğuna dair söylentiler de çıkmış ortaya hatta Silvio'nun oy oranında artma gözlenmiş. Kemal Derviş bir ara "Bize en çok benzeyen ülke İtalya, rol model olarak onları almalıyız" demişti.
Aferin bak gider ayak doğru bir laf etmiş en azından.
Reha Erus Roma (RER).

İlk Yarı Biter Biz Yeni Başlarken


















İlk yarıyı Çaykur Rizespor beraberliği ile kapattık. Seyircisiz oynadığımız Mersin maçını kazandıktan sonra görece güçlü kabul edeceğimiz bir takımdan, üstelik deplasmanda bir puan almış olmamız sevindirici. Tabii bu durumun sevindirici olduğunu yazmak hiç sevindirici değil hatta bendeniz için bir zul ama bu ahval ve şerait içinde sinekten yağ çıkarmamız gerekiyor maalesef.
Maçı izleyemediğimiz için herhangi birşey yazma şansımız yok. Rivayete göre gençlerimiz gayet iyi oynamışlar ve galibiyeti kaçıran taraf bizmişiz. Muhtemelen Kayseri Erciyes maçının bir kopyası olmuştur ki malumunuz gençlerimiz geçen bunca zamana rağmen özellikle son vuruş konusunda bir arpa boyu yol alabilmiş değiller. Bazen acaba haksızlık mı yapıyorum diye düşündüğüm oluyor ama Kaptan Serdar'ın performansını görünce diğerlerinden biraz daha fazlasını beklemek haksızlık olmamalı. Tecrübe kuşkusuz çok önemli bir faktör ama tek geçerli faktör değil ve bir genç oyuncu gençliğin vermesinin gerekli olduğu enerjiden bile mahrumsa daha başarılı olacağı başka sektörlerde şansını denemeye başlayabilir.
2.Yarı siyahtan beyaza dönmemiz biraz zor olsa da en azından grinin açık tonlarına geçiş yapacağız. Gerek Muammer Çelik'in başkan seçilmesiyle umutlanan camia, gerekse lisansların çıkıp daha iyi oyuncuların transfer edilecek olması bir ışık görmemiz için yeterli sebepler. Bazılarımız play-off hayalleri kurmaya başlamış olsa da ve gönlümüzden geçen pek tabii ki bu olsa da bir parça gerçekçi olursak bu yılı bir sonraki yıla Bank Asya Ligi'nde kalmış olarak devretmek yeterli olacak. Sonuçta Osman Bey Efendi başkan olarak devam etseydi bir değil iki yıl kaybetmiş olacaktık ki o da düşer düşmez çıkarsak.
Kötü günler geride kaldığına -en azından öyle olduğuna inandığımıza- göre artık çözülecek lisans sorunlarına ve ikinci yarı toplayacağımız puanlara konsantre olmaya başlayabiliriz. Kara göründü diye bağırasım geldi şimdi :)
Gençlere karşı yaptığım negatif eleştirileri bir de istatistikle destekleyeyim. Attığımız 12 golün 7'si Kaptan Serdar'dan, 2 tanesi Onur Alkan, 1 gol Uğur Daşdemir, 1 gol Gökhan Meral, 1 golde Harun Eren'den. Özellikle Gökhan Meral'in bu sayıyı çok yukarılara taşıma şansı vardı ama beceremedi. İlk günlerdeki toyluklarına hak veriyorum, 17 maç profesyonel bir futbolcu olmak yeterli bir zaman olmayabilir de ama bu fırsatı yakalamışsanız ve kendinizi göstermek için en fazla 34, bir ihtimal 17 maç hakkınız varsa yükselen bir ivme göstermek zorundasınız yoksa şu andan itibaren yüksek ihtimalle olacağı gibi kuru bir teşekkür, bir miktar da cep harçlığı ile uğurlanırsınız.
Gidişat nasıl olacak merakla bekliyoruz. Sonuçta genç oyunculardan işimize yarar denip kalacaklar da olacak ve onlar hakkındaki en sağlıklı kararı teknik ekip verecek. Umuyorum en doğru kararı verirler. İkinci yarı bir de teknik adam hataları ile uğraşmayız. Eldeki imkansızlıklar nedeniyle ne kadar ekmek o kadar köfte edebiyatı yapmak zorunda kaldığımız için Cihat Arslan'ın varlığı hiç sorgulanmadı ama önümüzdeki günlerde onun da sorumluluğu bir kat daha artmış olacak. Umarım biz de dahil herkes elinden geleni yapar ve kayıp yıl dediğimiz bu yılı en azından bir sonraki yıl oynayacak takımın şablonu oturmuş şekilde tamamlarız. 2011 yılına da çok farklı hayallerle "Efsane geri döndü korksun herkes" diyerek devam ederiz.
Bunların gerçekleşmesi için gerekli olan tek malzeme iyi niyetli ve zeki insanlardan oluşan bir yönetim ve arkalarında kale gibi sağlam duracak bir camia.
Kısacası an itibariyle herşey mevcut. Biraz zamanı da kattık mı biz bu "Yeşil Dev"i geri döndürürüz.
Çoktan başlamıştı ama şimdi daha gerçekçi olarak ve yüksek sesle söyleyebiliriz ki Kurtuluş Savaşı başlamıştır.
Gazamız mübarek ola!

16 Aralık 2009

Hasta Yaşayacak mı Doktor?!



















Ameliyathanelerde nabzı gösteren cihazlar olur ya, hoş ben nabzı gösteriyorlar sanıyorum belki başka bir şekilde ifade ediliyordur ne bileyim. Kocaelispor olarak o cihaza bağlı bir hasta gibiydik, hala daha kısmen de olsa öyleyiz ya neyse. O cihazla ilgili en dramatik görüntü düz bir çizgi ve aralıksız devam eden dııııııtttt sesidir, ne anlama geldiği malum.
O düz çizgiyi henüz görmemiştik ama nabzımız öyle bir yavaşlamıştı ki arası çok uzun olan sinyalleri beklemek sabır ister olmuştu ve tabii ki makineye bağlıydık, çek fişi bitir işi durumuna gelmiş bir takımın taraftarları olarak biz de manevi olarak can çekişiyorduk. Zamansızlıktan muzdarip ben bir de Körfezim bu halde olunca ister istemez elimi eteğimi çekmiştim bu diyarlardan ama "gerçek" taraftar böyle olmazdı öyle değil mi? Gerçek taraftar en kötü gününde takımının yanında olurdu ama yok ben o gerçeklikten biraz uzağım. Kulüp içinde dönen oyunları da çok iyi bildiğim için Körfez benim için "Maskeli Körfez" haline gelmişti. Ben de küstüm, aslında tam da küsmedim, maçlara gittim, gidemediğim yayınlanan maçları izledim ama yazamadım, elim varmadı, beceremedim. Döneyim yine evet biraz da küstüm ama ben böyleyim, küserim, babama bile küstüm vakt-i zamanında.
Herkes ağaçlara dalmışken ormanı göstermek istedim, onu da beceremedim, buna da neyse.
Yeni başkanımız Muammer Çelik. Özellikle Süper Lig'e çıktığımız sene futbolcularla olan muhteşem diyaloğuyla sevmiştik kendisini. Aslında kullanmayı hiç sevmediğim sinerji kelimesinin o günlerde takımda hayat bulmasının asıl sorumlusuydu, çok da güzel başardı ama Serhan Gürkan efendi Kayhan Çubuklu'ya yaptığı vefasızlığı ona da yaptı. O oldu, bu oldu vs vs vs. Sonuçta gitti. Bugün geri gelmiş ve başkan olmuş olması sevindirici.....gibi görünüyor ama bu saatten sonra değil o babam başkan olsa umutlanmadan önce 10'a kadar sayarım, hatta 100'e, belki 1000'e...Yani o cihaz hastamız iyileşme sürecinde diyor olsa da bekleyenler tarafındayım.
Yarı umutlu, yarı umutsuz bir ısınma yazısı olsun, umalım zaman bulalım, heyecanımız olsun. İşten, güçten fırsat olsun, kendi dengimizi bulalım, bir de keyfimiz yerinde olsun. Korkmam işte o zaman...

21 Ekim 2009

Ne Oldum'a Dönüş Zamanları-2

O günleri yaşayan herkes hasretle anmaya devam ediyor ve belki tek bir maç tek bir satırbaşı haber bile hafızalarımızdan silinmiyor. Bu yüzden o sezonu tekrar yaşayalım modundan çok o günlerde yaşananlar yazılı basında nasıl yer bulmuş buna dikkat çekerek devam etmek istiyorum. Özellikle de kilometre taşı diyebileceğimiz önemli haberler ve maç sonrası yorumları çok keyifli anılar.
Milliyet arşivleri serimize 1992-1993 sezonu ile devam ediyoruz.
Tarih 18 Haziran 1992. Körfez rekor puan farkıyla 1.Lig'e çıkmış ama henüz olacaklardan hiç kimse haberdar değil. O sezon izin verilen yabancı oyuncu sayısı üç. Körfez üç yabancı oyuncu hakkını da Yugoslavlardan yana kullanıyor. Sırp Mişko Mirkoviç, Makedon Stevica Kuzmanovski ve Boşnak Fahrudin Ömeroviç Kocaelispor'la sözleşme imzalıyorlar ki bence Kocaelispor tarihinde dönüm noktası olacak transferlerdir. Bir kaleci bir sağ bek ve bir stoperini yabancı yapan Kocaelispor ne kadar yerinde bir seçim yaptığını sezon başlar başlamaz anlıyor. Hatta bu üç oyuncudan ikisi Türkiye'yi o kadar benimsiyor ki yıllarca gitmiyor ve Türk vatandaşı oluyorlar.


Gelen isimlerin kalitesinin anlaşılması açısından Yugoslavya'nın İtalya 90 Dünya Kupası kadrosuna bakmakta fayda var. Ömeroviç bu kadroda 2.kaleci olarak olsa da yer buluyor. Kadrodaki tanıdık isimlere bakarsak 1990 yılındaki Yugoslavya kadrosunda yer almanın ne kadar zor olduğu konusunda bir fikir sahibi olabiliriz. Suker, Savicevic, Prosinecki, Boksic, Katanec, Saffet Susic, Pancev, Faruk Hadzibegic aynı kadronun parçaları. Yugoslavya dağılmamış olsa bugün futbolda ne kadar söz sahibi olacağı malumunuz. Bakmayın şimdi hem Rusya hem Yugoslavya yapboza döndüler. Dağılmamış bir SSCB ve dağılmamış bir Yugoslavya hayatını sürdürüyor olsaydı  futbol piyasası da bundan fazlasıyla nasibini alırdı.

Tarih 24 Ağustos 1992. Sezon İsmetpaşa'da Kayserispor maçıyla başlıyor. Kayserispor bugün olduğundan çok daha kötü durumda değil aslında. Teknik direktörlüğe Milli Takım'daki görevinden ayrılan Tınaz Tırpan'ı getirmişler ama Tırpan daha ilk maçtan istifaya davet ediliyor. Neden mi?

7-2 sonucu sezonla ilgili beklentileri de otomatik olarak yükseltiyor. Bir sonraki hafta Bakırköyspor maçı var. Gaza gelmişiz bir kere Sefa Sirmen'in açıklama yapmama şansı yok. 10.000 kişiyiz kardeşim koca İstanbul'da stad mı yok? Biz Kadıköy'de oynamak istiyoruz diyor, tabi daha ilk günler pek takan olmuyor. Tarih 26 Ağustos 1992.

Kocaelispor Bakırköy'ü de 4-3 sonucu ile geçiyor. Güvenç Kurtar'ın yediğimden fazlasını atarım taktiği yavaş yavaş oturuyor ki bu taktik Kocaelispor için uzun yıllar bir ekol haline geliyor. Ali Sami Yen stadında 5-4 biten Galatasaray maçı da bunun küçük bir göstergesi. Onu da bulur paylaşırız. Konuyu dağıtmayalım, yeni manşet "Golün adı Kocaeli"

Gelene 7 gidene 4 atan Kocaeli bir Aydın deplasmanında kelimenin tam anlamıyla şaha kalkıyor. Önce mi sonra mı tam bilemiyorum ama bu maçın oynandığı tarihe yakın bir dönemde aynı Aydınspor Fenerbahçe'yi 6-1 yenmeyi başarıyor. Kocaelispor ise o Aydınspor'u Aydın'da 6-0 yeniyor. Ülkemizde nezaket duygusunun en yoğun yaşandığı yer olan Ege'de Aydınlılar Kocaelispor'u alkışlarla uğurluyor. Tarih 19 Ekim 1992.

Planladığımdan daha yavaş ilerliyor olsak da yine devamı geliyor. Sabrın sonu selamet...Umarım...





K.Erciyes 2-2 Kocaelispor


Maçtan önce formaların, kramponların sezon başı alınıp hiç oynamadan Denizlispor'a dönen İsmail Konuk'un avukatları tarafından haczedilmek istenmesi, yönetici istifaları, hala sonuca ulaşamayan borçların tespiti ve ödeme planının yapılanamaması, zaten asli sorun olarak karşımızda duran lisansların çıkarılamaması vs vs..Sorun yumağı tanımına cuk oturan takımımız sadece romantik bir söylem olsun diye değil gerçekten onur mücadelesine devam ediyor. Serdar'ı çıkarın yaş ortalaması 20, belki 20 bile değil ama azıcık kulaklarını çekmek gerekse de üstündeki sorumluluğu ellerinden geldiğince sırtlamaya çalışan saygıdeğer, genç bir oyuncu grubu yavaş yavaş kavga etmeyi öğreniyor ve biz taraftarlar da bu süreci tedirgin bir şekilde izlemeye devam ediyoruz.
Neresinden başlayacağımı bilemeyeceğim derecede dolu, keyifli bir maçtı. Geçen hafta Gaziantep B.B.'yi yenen takım kendine güvenmeyi öğrenmiş, artık 9.hafta maçlarına çıktığı için henüz tam olarak pişmiş olmasa da alttan ısıtan alevi hissetmeye başlamış genç oyuncular biraz daha "futbol" oynar olmuştu.
Beklentimiz yüksekti desem yalan olur ki açık konuşmam gerekirse Körfezimiz beklentilerin üstünde bir futbol sergiledi. Maçın başında yediğimiz gol moralleri bozmuş olsa da genç takım toparlanmayı başardı. Golü yediğimiz anda Kayseri Erciyesspor'la ilgili kötü anılarımız canlanmadı değil. Süper Lig'e çıktığımız sezon Kayseri'den 6-1'lik bir mağlubiyetle dönmüş ve bu mağlubiyet teknik direktör Fuat Yaman'ın sonu olmuştu. Onun yerine gelen Kayhan Çubuklu ise Kocaelispor'u Süper Lig'e taşımayı başarmıştı (Evet Kayhan Çubuklu, Engin İpekoğlu değil). Bizim için neyin hayır neyin şer olduğunu bilemediğimiz üzere çok hayırlı bir rezalet mağlubiyetti yani.
Golü yedikten sonra gaflet uykusundan uyanan oyuncularımız maçı biraz daha ister oldular. Bunun karşılığı da atılan 2 gol ile alındı. Zaten maçın gidişatı bir futbol maçından çok basketbol maçı gibiydi. İki takım oyunun belli bölümlerinde üstünlük kurdular ve set hücumu yapar gibi rakiplerini rahatsız ettiler. Kontra ataklar da fast break tadındaydı ki kontra atak şeklinde gelişen iki atağımızda ilk yarıda Gökhan Meral'in kaleciyle karşı karşıya auta vurduğu top ve ikinci yarı Serdar'ın direkten dönen topu ile iki golü göz göre göre heba ettik. Emirhan'ın Yunus'un kullandığı kornere altıpas üzerinden yaptığı kafa vuruşunu da sayarsak 5-1'e getirebileceğimiz maçı yediğimiz ikinci korner golü ile 2-2 bitirmek zorunda kaldık.
Yine de süreci gelişim olarak nitelendirebileceğimiz için mutluyum. Futbol sonuç oyunu olsa da oynanan futbol geliştikçe meyveler toplanacaktır. Ligin ilk haftasındaki Bucaspor maçını düşündüğümüzde bugün gelinen nokta ciddi anlamda ilerleme kaydettiğimizi gösteriyor.
Gençlerimiz heyecanlarını yenmeyi ve kondisyonlarını ekonomik kullanmayı da öğrendiklerinde biz bu ligde kalırız ve en azından umutlu olduğumuz gelecek günlerde temizlememiz gereken tek şey borçlar olur. Ocak ayında lisansların çıkacak olduğunu varsayıyor olsak da gün geçtikçe gelişen takımı bozmamak da tercihler arasındaki yerini alabilir, tabii gelişme sürecinin devam etmesi kaydıyla.
Haftaya Ç.Dardanelspor'la İsmetpaşa'da karşılaşacağız. Bir adım daha atmak demek kesinlikle içeride 3 puanı almak demek. Sonuca odaklanmak istemiyor olsak da iyi oyun puan toplamaya yetmiyor ama şahsi fikrim çocuklar onlara olan güvenimizi zedelemesinler, yine ciğerleri yokmuş gibi koşsunlar, tekmeye kafa soksunlar yeter. Gerisi Allah Kerim...

19 Ekim 2009

Romantik Bilim-Kurgu:Suretler


Spoiler uyarısı : Filmle ilgili bazı can alıcı noktalar "Katil kapıcı!" modunda anlatılmıştır. Uyaralım.

Bruce Willis'in adının geçtiği her filmi merak edenlerdenim. Bu aralar eskisi kadar sık göremiyoruz kendisini. Daha mı seçici davranıyor yoksa yaşı ilerlediği için eskisi kadar revaçta değil mi orasını bilemiyorum ama yaşlanmış hali bile -belki de göz aşinalığımızdan- hareketli sahnelerdeki "bu adam bunu yapar" düşüncemizi değiştirmiyor. Yine bol hareket, kavga-dövüş, kaçma-kovalama, kan-revan aromalı bir film ile karşımızda. Bir çizgi roman uyarlaması olan film 2054 yılında geçiyor ve hikayeye göre o zamanlarda artık herkesin kendisini temsil eden bir robotu var. Bu teknoloji bizim ülkemize gelmiş olsa "İnsanoğlu çakma olmuş neyleyim" tarzında arabesk parçaların yapılacak olacağı muhtemel bu teknoloji ile herkes dış görünüşünü, ses tonunu, boyunu posunu belirleyebiliyor. Yatıyorsunuz bir makineye sadece beyin gücünüzle bu robotu hareket ettiriyorsunuz ve o robotun başına ne geliyorsa aynı duyguları hissediyorsunuz. Filmi izlerken aklıma gelen saçma sorulardan biri olan tuvalete nasıl gideceğiz peki? sorusu da film içinde yanıtlanmış. Robota kal geliyor, avel avel bakıyor sonra WC'den dönen kişi ay pardon WC'deydim diyor ve devran dönmeye devam ediyor.
Muhabbeti başka birşeye sardırmadan devam edelim. Bu filmde Bruce Abimiz genel haline uygun bir şekilde Cüneyt Arkın modunda bir FBI Ajanı. Yaşı kemale ermiş, saçı sakalı kadayıf olmuş bu abi herkesin çakma olduğu bu dünyada suçlu kovalıyor ama işi bugün olduğu kadar zor değil. Çünkü suret teknolojisi ile suç oranı %99 azalmış. Zaten FBI'ın elinde suretleri kontrol etme şansı da var. İki kişi bir otel odasında suç işleyecek oluyor, onları takip eden kameralardan görülüyorlar ve gerçek sahipleri ile bağlantıları kesiliyor, hop suç engellenmiş oluyor. Kaldı ki suretler ölmüyorlar da, en fazla arızalı bölümleri onarılıyor o kadar. Gerçek sahipleri de ecelleri gelinceye kadar yaşamaya devam ediyorlar.
O zaman bu nasıl film? Kimse ölmüyorsa Bruce Abi Dünya'yı nasıl kurtarıyor? sorularına yazdığımızdan çark ederek yanıt verelim. Suret adı verilen bu robotları gerçek sahipleri ile birlikte öldüren bir teknolojinin icadı ile işler karışıyor. Hayalet Avcıları'nda hayaletleri avlayan cihaza benzer bir silah suretlere sözüm ona virüs yolluyor ve bu virüsü alan suretin devreleri yanıyor, gerçek sahibin bağlı olduğu alet de bir şekilde etkileniyor ve o alete yatan kişinin de son yatışı oluyor. İşte tam burada Bruce Abi devreye giriyor. Artık suretsiz gerçek hal ile dışarı çıkmanın psikolojik bir travma halini aldığı günlerde ajan Tom Greer suretle mi doğduk ulan diyor ve kendi işini kendi görmek için suçluları kendi bedeniyle sobeleme çabasına giriyor.
Suret teknolojisini bulan firmanın adı VSI. VSI bu teknolojiyi aslında bedensel engelleri bulunan insanlar normal bir hayat sürebilsinler diye buluyor ama bulunan her teknolojinin boku çıkar ilkesinden yola çıkılarak işler hikayedeki boyuta geliyor. Kariyeri Apple'ın kurucularından Steve Jobs ile paralellik gösteren Canter isimli amca bey teknolojiyi hem bulan hem yok etmek isteyen kişi ki buradan da "Bu virüsleri de Microsoft yazıyo zaten olum" geyiğine bir gönderme yapılmış gibi duruyor.
Genel mantık hoşunuza gittiyse izlemeye değer bir film diyebilirim. Hikaye ilginç, oyunculuk en azından vasat, efektler gayet güzel. Hele Dünyadaki tüm suretlerin devre dışı kaldığı bir sahne var ki sadece onun için bile izlenebilir derim. 
İşin romantizm boyutu ise Greer ajanının suret teknolojisine karşı muhalif bir düşüncede oluşundan kaynaklanıyor. Eşi ile tartışmaları, yaşanan ikilemler hep bunun üstüne ve gayet de haklı gibi görünüyor.
Bu filmi tavsiye ettikten sonra sırada Nefes var. Fragmanı kadar güzelse onunla ilgili de birkaç kelam edeceğiz gibi görünüyor.

06 Ekim 2009

Ne Oldum'a Dönüş Zamanları

Bugünümüzden hayır olmadığı aşikar, gelecek ile ilgili öngörüde bulunabilecek herhangi bir materyale de sahip değiliz. Geriye zamanlardan sadece geçmiş kaldığına ve övgü duyduğumuz bir geçmişimiz olduğuna göre, Milliyet gazetesi de arşivlerini internet üzerinden paylaşma güzelliğini yaptığına göre buyrun rekor puan farkıyla 2.ligden 1.lige çıktığımız 1991-1992 sezonuna geri dönelim. 2.lig bölümünü geçelim, kupada Fenerbahçe ile oynadığımız ve eleyerek çeyrek finale çıktığımız maçtan başlayalım.
En baştan belirtmem gereken şey Fenerbahçe'nin Kocaeli'de bir dolu taraftarı olmasına rağmen çok antipatik görüldüğüdür. Dolayısıyla Fenerbahçe ile oynanan maçlar diğer ikisine oranla biraz daha önemsenir. En azından benim çevremde böyle bir hava hakim.
Tarih 30 Ocak 1992. Kupada Kocaelispor ile Fenerbahçe eşleşmiş. Statü tek maçlık eleminasyon. Maç İzmit'te oynanacak ama Fenerbahçe maçı İstanbul'a aldırmak istiyor. Bugünkü -hala kısmi ve adil olmamakla birlikte- kurumsal yapıdan uzak TFF konu ile ilgili ne düşünüyor ne yapıyor bilemiyorum ama Fenerbahçe kulübü bu isteğini yüksek sesle dile getirebiliyor. Dönemin başkanı Sefa Sirmen daha sonra çok daha cesur çok daha Mourinhovari hale gelecek olan beyanat döneminin marşına basıyor ve "Taraftarımıza ihanet etmeyiz" diyor.

Artık maçın İsmetpaşa Stadı'nda oynanacağı kesinleşiyor. Maçın oynanacağı tarih 3 Şubat 1992 ama o gün öyle bir kar yağıyor ki zaten bozuk olan zemin iyice patates tarlasına dönüyor. Maçın hakemi Bülent Yavuz çıkıyor sahaya sınavı yarına erteledim çalıştıysanız zaten unutmazsınız, çalışmayanlar da çalışsın gelsin diyor. Fenerbahçe İstanbul'a, tribünlerdekiler evlerine, Kocaelispor da henüz KEV Sefa Sirmen Tesisleri'nin olmadığı günlerde derme çatma antrenman sahalarına geri dönüyor. Fenerbahçe teknik direktörü Venglos'un  "Bu sahada futbol oynanmaz, önemli olan futboldur" açıklaması olacakları sezmiş olabileceği ihtimalini düşündürüyor.
4 Şubat geliyor, çatıyor. Daha fazla ertelemeye hiç kimsenin tahammülü yok. Maç oynanıyor ve Kocaelispor Tanju'lu Fenerbahçe'yi Saffet'in golüyle 1-0 yenip çeyrek finale yükseliyor. Yalan yok zemin de yardım ediyor. Hem Milliyet hem Kocaeli gazetesinden okuyabileceğiniz üzere Tanju zemine takılıyor ama Saffet takılmıyor ve 2.Ligde fırtınalar estiren, bir sonraki sezon da 1.Ligi sallayacak takım ilk sinyalleri bu maçla birlikte veriyor.

Her ne kadar müteşekkir bir şekilde anıyor olsak da dönemin Milliyet gazetesine dokundurmadan geçme şansımız da yok. Fenerbahçe'nin elenmesini hazmedemiyorlar. Manşetin hemen üstündeki yazıda Şenes Erzik federasyonuna verip veriştiriyorlar. "İşte Futbol Federasyonunun, bu federasyonun hakemlerinin yeni marifeti" diyerek başlıyor "Burada ancak çamur banyosu yapılır ama bu ayıp futbolcuların değil Erzik ile işbirlikçilerinin" diyerek bitiriyorlar yazıyı. Bir diğer yazıda ise Kocaelispor'un golünün ofsayt tartışmalı olduğunu yazıyorlar. Günümüzde de dozajı azalmış olmakla birlikte süregiden medya baskısı o günlerde hat safhada. Bir de maliyet hesabı yapıyorlar. Her ne kadar aşağıdaki hesap 950 milyon lira ediyor olsa da Saffet'in maliyetinin bir açıklaması var.

Sabah tadı veren bir başka gazete ise maçı aşağıdaki şekilde aktarıyor. Kocaeli gazeteleri için ise şimdi pek olmadığı üzere Kocaelisporluluk ön planda.

Nihayetinde Kocaelispor turu geçiyor. Golü atan Saffet kahraman ilan ediliyor ve Sefa Sirmen'in bastığı marştan devam ediyor "Real Madrid de gelse yenerdik!"

Saffet'in fotoğraftaki rahatlığına ve takım elbisesinden yadigar gri pamuk çoraplarına da zoom yapmak boynumuzun borcu. Bir yandan da"yorgunluk kahvesini" yudumlamayı ihmal etmiyor. Normal insan Facebook profiline koymaz bu fotoyu ama Saffet Sancaklı pek bir erkek, tarzından ödün vermiyor.

Çeyrek finalde Gençlerbirliği'ni de eleyen Kocaelispor yarı finalde Bursaspor'a 1-0 yenilerek eleniyor. Maçın hakemi Oğuz Sarvan İsmetpaşa'da Erol'a kırmızı kart gösteriyor ve maç sonunda "istenmeyen olaylar" yaşanıyor. Medya Fenerbahçe'den kalan hesabı ödetiyor. "Kocaeli eski kötü alışkanlıklarına bir yenisini ekledi"

Bir Federasyon Kupası hikayesi Street Fighter modunda sona eriyor. Körfez bir sonraki yıla gümbür gümbür girmeye hazırlanıyor.
Ve tabii ki devamı geliyor...

05 Ekim 2009

Ne Goller Sevdim Zaten Olmadılar

Pozisyon geçtikten sonra bir ölüm sessizliği, eller kafalarda, ağızı kapatmış ya da baş eller arasında. Hele bir de skor dengede ya da takımınız gerideyse sormayın gitsin. Hele hele bir de son dakikalar ise direk Sadri Alışık moduna girip "Bu da mı gol değil hakim bey?" diyesiniz gelir. Pozisyon gol olsa hem sevinçten çılgına dönersiniz hem de halk arasında "jeneriklik" dediğimiz tarzda bir golü canlı kanlı izleme şerefine nail olmuş olursunuz. TV'de, internet sitelerinde binlerce kez görürsünüz tekrarını, artık gına gelir, anlamını yitirir. Yıllar sonra tekrar hatırlanır. Facebook'ta gerekli gereksiz videolara bakarken "Oktay'ın Belçika'ya attığı o müthiş gol" diye bir video görürsünüz, dayanamaz izlersiniz. Vay be! dersiniz hala 1273. izleyişinizde halbuki o top direkten dönmüş olsa pozisyonu unutmanız uzun sürmez.
Evet gol futbolun meyvesidir ve nankör bir spor dalı olduğunun en önemli göstergesi. Atarsanız kahramansınız, atamazsanız yoksunuz.
The Offside bu kategoriye giren tarihteki en önemli (ya da en güzel) 12 gol pozisyonunu belirlemiş. Biri anlamsız geldi ben sıralamaya sadık kalarak ilk 11 yaptım.İyi seyirler.

Franck Ribery Bayern-Juventus 2009 Şampiyonlar Ligi


Henüz geçtiğimiz hafta oynanan Ş.Ligi grup maçından bir kesit. Ribery Juventus savunmasını perşembe pazarına domates almaya yolluyor. Buffon önde, giriyor topun altına ama mesafe yeterli değil ve Ş.Ligi tarihine geçecek bir gol tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gidiyor.

Pele Brezilya-Uruguay 1970 Dünya Kupası



Pozisyona giren isim Pele olduğu için eminim çoğumuz bu görüntüye aşinayızdır. Hiçbirşey yapmadan kaleci geçilir mi? Evet geçilir ama o şaşkınlıkla Pele bile olsanız topu auta vurabilirsiniz.

Diego Maradona Arjantin-İngiltere 1980

Diego'nun videonun başında kaçırdığı gol gerçekten efsane olabilecek bir gol ama videonun tamamını izlerseniz Arjantin'in bu maçı nasıl kaybettiğini anlayabilirsiniz. İşin aslı ben anlayamadım da siz belki anlarsınız diye böyle diyorum. Bu kadar hakim olduğun, bu kadar pozisyona girdiğin maçı nasıl verirsin arkadaşım? Koskoca Arjantin'sin bir de, adından utan! Yazıyı direk çalıntı metin ile bitireyim. Diego Meksika 1986 Dünya Kupası'nda İngiltere'ye atacağı golün antrenmanını yapıyor. 6 yıl bilenme süresinin ardından futbol tarihinin en güzel gollerinden birini (belki de en güzelini) atıyor ve kafiyeli olsun diye demiyorum akabinde yatıyor.

Rivaldo Barcelona-Deportivo 2002

Aslında bu pozisyon bir parça farklı çünkü gol ile sonuçlanıyor ama Saviola bile golü attığına pişman oluyor. Golün ardından Rivaldo'ya dönüp kaleye doğru kaktırsana be abicim der gibi bakıyor. Samimi olmak gerekirse bu çocuk hep böyle saftirik bakıyor. Ne Brezilyalı Ronaldo'nun cin bakışları var ne Zidane'ın karizması ne de Portekizli Ronaldo'nun Tecavüzcü Coşkunvari clark çekişi. İlk gördüğümde de bu adam olmaz demiştim.

Suker Hırvatistan-Danimarka Euro 96

Bizim de bulunduğumuz grubun 2.maçları. Biz ilk maçta korner pozisyonunda cümbür cemaat ileri çıktığımız için son dakikada Vlaovic'ten yediğimiz kontra atak golüyle moralsiz başlamışız. Alpay fair-play dersi vermiş (kime verdiyse). 2.maçta da Couto'ya yenik düşmüş Portekiz'e de yenilmişiz. Diğer maçta ise Yugoslavya'dan henüz ayrılmış Hırvatistan bizden aldığı moralle Euro 92 şampiyonu Danimarka'yı yerle bir etmiş. Suker'in Suker olduğu zamanlar. Kalede efsane var ama kime ne? 59 metre falan dinlemiyor yolluyor füzeyi ama Schmechiel'ın da "Şımaykıl" olduğu zamanlar. Yemezler diyor. Yine de Suker'in attığı Hırvatistan'ın 3.golünde düellodan mağlup ayrılıyor. "Suker çok akıllı vuruyor", e gol oluyor.

David Ginola Tottenham-Leeds

David "Blendax" Ginola sürüyor, gidiyor. Hasan Şaş'ı anımsatıyor. Bal yapmayan arı misali yeteneklerini sergiliyor ama direk onay vermiyor.

George Best İngiltere-Kuzey İrlanda 1971


Kaleci topu 3 kere zıplatmadığına göre gol sayılması gereken bir pozisyon ama "filelere giden top gol olarak değer kazanmıyor" diyor Tansu Polatkan.

Michel Platini Juventus-Argentinos Juniors
1985 Kıtalararası Kupa

Büyük başkanın yeşil sahalarda olduğu günler. İyi vuruyor, gol oluyor ama 1985 yılında aktif ofsayt, pasif ofsayt diye birşey yok. Erman Toroğlu bile TV'ye çıkmamış daha kim anlatacak, açıklayacak? Mümkün değil. Gol sayılmıyor, Platini uzanıyor çimenlere açıyor bir küçük, rakısını yudumluyor.

Kevin Keegan  Southampton-Man Utd 1981

Gerçekten verilmemiş en güzel gol. Yahu hakem kardeşim (daha doğrusu abiciğim, amcacığım ya da dedeciğim) sende hiç mi futbol aşkı yok? Ver bu golü bırak yansın hakemliğin. Otur izle yıllarca. Bir başka pasif ofsayt hikayesi.

Zinedine Zidane Real Madrid-Real Valladolid

Ronaldo topu çok güzel aktarıyor. Zidane astronomik bir ifade olduğu şekliyle "kendi ekseni etrafında" çok güzel dönüyor, hoş ekseni biraz kayıyor ama olsun. Sonuç; tribünlerde günün şanslısı maçtan arkadaşlarına anlatabileceği iki hikaye ile evine dönüyor.

Antonio Cassano ve Francesco Totti Roma 2005

Cassano ve Totti topu orta sahadan alarak 6 verkaç yapıyorlar. Hangi takım olduğunu anlayamadığım rakip takım oyuncuları çok zekiler 7.sine izin vermiyorlar. Gerçekten telepatik bir iletişim denebilir.

04 Ekim 2009

Bugün Seka Park’a Dev Ekran Kuralım!


Benim artık elim, beynim varmıyor. Özgür Kocaeli gazetesi yazarı İsmet Çiğit mevcut durumu çok güzel özetlemiş. "Kocaelispor neden bu halde olmamalı?" sorusunun bütün yanıtları bu yazıda gizli. Körfez'e sırtını dönmesine rağmen tekrar seçilen bir Belediye Başkanı, şehrin içine sıçıp değerleriyle hiçbir şekilde ilgilenmeyen patroncuklar ve bitkisel hayata doğru yol alan çoluk çocuğun elinde maskara olmuş bir kulüp.
Yazasım yok ama bugünkü maçta Altay'a da 1-0 mağlup olduk. Maç içinde 9 kişi kaldık ki kırmızı kartlardan bir tanesi hafta içi 300 YTL primi ödenmediği için antrenmana çıkmayan (Bkz.Cin olmadan adam çarpmak) Emirhan Önder tarafından görüldü. Paranoyak olmakla ilgisi yok böyle bir kırmızı kart görmek için ya kötü niyetli olmak ya da zihinsel özürlü olmak lazım.
Kısacası Titanik benzetmesi bu kez tam anlamıyla oturuyor. Çünkü bir kez daha düşersek bu şartlarda yükselmek mümkün olmayacak.
Bank Asya'ya şükreder olduk. Hayır değil, hiç değil...

Bugün Seka Park’a dev ekran kuralım

Tarih, 11 Mayıs 2008 Pazar…
Pırıl pırıl bir gündü... Üstelik çok heyecanlıydık. Büyük tesadüfler olmuş, dualarımız kabul edilmiş, Kocaelispor Bank Asya Liginde son haftaya lider olarak girmişti.
Son maçımızı İzmir’de Altay ile oynayacaktık. Kazanırsak, başka hiçbir maçın sonucuna bakmadan şampiyon olacaktık. 5 yıllık özlem bitecekti. Bu garip, bu unutulmuş, ihmal edilmiş, kendi yerlileri dışlanmış kent, yeniden onurunu kazanacaktı.
Büyükşehir Belediyesi, bir iyilik, güzellik yaptı. O gün, Seka Park’ta Uçurtma Tepesi yakınlarına dev ekran bir televizyon koydu. Binlerce kişi, açık havada büyük bir heyecanla İzmit Atatürk Stadındaki Altay-Kocaeli maçını izledi.
Taner Gülleri golünü attı. Kocaelispor şampiyon oldu. Seka Park’taki büyük coşku, dalga dalga kente yayıldı. İzmit Lisesi’nin önünde, Fethiye Caddesi’nde, İnönü Caddesi’nde bayraklar sallanıyor, gençler, yaşlılar, kadınlar erkekler şampiyonluğu kutluyordu.
Dev ekranda kupa töreni vardı. Serhan Gürkan ile İbrahim Karaosmanoğlu, şampiyonluk kupasını Kaptan Serdar Topraktepe’nin elinden almış, futbolculara bile vermiyorlardı.
Güzel gündü. Anılarda kalan, çok güzel bir gün.
………
Şimdi bugün, Kocaelispor takımı yine İzmir’de. Yine Altay ile oynuyor. Maç bu kez Alsancak Stadında. Büyükşehir Belediyesi’nden bir hizmet bekliyorum.
Bugün, Seka Park’a, Uçurtma Tepesi’ne yine dev ekranlı bir televizyon kursunlar.
Hatta sabah erken kalkıp, hızlı hareket edebilirlerse, öğleden önce televizyon ekranını yerleştirsinler. Halk gelsin, önce AKP’nin Ankara’daki kurultayını izlesin.
Katılmadığım görüşleri, beğenmediğim icraat ve tavırları olmasına rağmen, ben Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye için düzgün bir lider olduğuna inananlardanım. Pek çok konuda cesaretle doğruyu yaptığına inanıyorum. AKP’nin bugünkü kongresi de görkemli olacak, eminim Başbakan çok önemli mesajlar verecektir.
Seka Park’ta oturup, seyredelim. Güzel sözlerinde Başbakan’ı alkışlayalım.
………
Ama asıl olay, akşama. Saat 19.00’da Altay-Kocaeli maçı başlayacak. D Smart canlı yayınlayacak.
11 Mayıs 2008’de Kocaelispor, İzmir’de Altay önüne ligin lideri olarak çıkmıştı. Bu akşam aynı Kocaelispor, aynı ligin sonuncusu olarak Altay önüne çıkacak.
Futbol otoritesi değilim. Ama bir öngörümü paylaşmak istiyorum. Bu akşam Altay, Kocaelispor ile kedi-fare misali oynayacak. Bizim takımın formasını taşıyan 17-18 yaşındaki isimsiz çocuklar çok koşacaklar, çok çalışacaklar, ellerinden geleni yapacaklar. Dilemiyorum, bir mucizenin yaşanmasını, aksinin olmasını çok isterim. Ama futbolun gerçekleri var.
Bu akşam Altay bize 3 atacak, bir sayacaktır. Maçı izlerken ezileceğiz, utanacağız. Bu kent, bu kentin takımı neden bu hale geldi diye kahredeceğiz. Bakın, İddaa diye bir oyun var. Bahis oyunu. Bu akşamki maçta, Altay’ın galibiyetine 1.20 veriyor. Bu çok düşük bir oran. Altay’ın Kocaelispor’a karşı çok favori olduğunu gösteriyor. Aynı İddaa’da Kocaelispor’un galibiyetine verilen olan 7.50. Bu bahis oyununu hazırlayanlar, Kocaelispor’un bu akşam Altay’ı yenmesine mucize gözüyle bakıyor.
11 Mayıs 2008’de, yine bir İzmir’de Altay maçının ardından, şampiyonluk coşkusunu yaşamış, Seka Park’tan, şarkılar, türkülerle şehre yayılmıştık. Bu akşam çok büyük olasılıkla, takımımızın çaresizliğini, güçsüzlüğünü görecek, ağır bir yenilginin acısıyla evlerimize dağılacağız.
……..
Ama olsun… Bunu da birlikte yaşayalım. Birlikte paylaşalım. Seka Park’ta uçurtma tepesine kocaman bir dev ekran kuralım.
En ön tarafa, büyük adamlar için, popolarını hiç acıtmayacak, 90 dakika onları hiç rahatsız etmeyecek, lüks, yumuşak koltukları dizelim. Sayısı da hayli fazla olsun.
Kurultayın sonucu nasıl olsa belli. Kurultaya katılacak ilimizin AKP’li büyükleri, saat 15.00 gibi Ankara’dan yola çıksınlar. 19.00’daki maça yetişirler.
En ön koltukta, orta sırada Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu ile, Sanayi ve Ticaret Bakanımız Sayın Nihat Ergün otursunlar.
Yanlarına Vali Bey’i oturtalım. Sonra bu üçlü heyetin iki yanına, sakallı yeni imajıyla Mustafa Koç’u (Tüpraş ve Ford Otosan’ın patronudur), kardeşi Ali Koç’u (O da Tüpraş ve Ford Otosan’ın ikinci patronu ve Fenerbahçe sevdalısıdır) yerleştirelim.
Ön sıra koltuklara konulacak daha çok adam var. Yeniköy’ü parselleyen Hayat Kimya’nın sahibi Kiğılı kardeşleri koyalım. Alikahya’yı bitiren Kibar Holding’in sahibi baba-oğulu çağıralım.
Sabahtan bir mesaj gönderip, Dubai Port’un sahibi Arap Şeyhini davet edelim. Helikopterle Seka Park’a insin. Ya da Cengiz Topel’den, Büyükşehir’in denize inen uçağı ile alalım, Seka Park’a getirelim.
Ford’un Amerikalı patronunu, Pirelli’nin İtalyan patronunu çağıralım. Hynudai’nin Koreli ortağı gelsin. Bunların hepsi, dünyanın dev takımlarına oluk gibi para akıtan sponsor firmaların temsilcileridir.
Mutlaka Güler Sabancı da gelsin. Bu kentteki en büyük fabrikaların sahibidir.
Sonra, ön sıradaki koltukların bir ucuna Sefa Sirmen’i, öbür ucuna Hikmet Erenkaya’yı koyalım (Uzak otursunlar ki, maç izlerken tatsızlık olsun, kavga çıksın istemem).
Serhan Gürkan gelsin, vali ile başkanın ayaklarının dibine, çimenlerin üzerine otursun.
Sanayi Odası Başkanı gelsin. O Yeniköy’de sahili doldurup, üzerine tersaneler kurduran, yan tarafındaki arazide liman yapan Sanayi Odası Başkanı. Hatta limandaki İzmirli ortağı Lusian Arkas’ı da davet etsin.
Ön sıraları, bu muhterem zevat doldursun. Arkaya vatandaş yerleşsin. Yenidoğan, Serdar, M.Alipaşa, Derince, Bekirdere’den taraftarlar. Hodri Meydan liderlerini, siyasetçiler biraz görsün. Hodri Meydan da “En büyük Başkan bizim başkan” diye arkadan bağırsın.
Görelim Kocaelispor markası ne hale gelmiş. Bu büyük kentin, bu zengin kentin takımı ne hallere düşmüş. Düşünelim; bu Kocaeli kenti nasıl bu kadar sahipsiz, bu kadar onursuz bırakılmış.
Dev ekran kurulursa, ben de Seka Park’a gelirim. Ama sakın bana önlerden yer ayırmayın. Rıhtım kenarında, ya da uzun iskelenin en ucunda olurum. Nasıl olsa ekran büyük, görürüm. Yakarım sigaramı, efkardan kurarım bir de çilingir soframı. Tabii, Seka Park’ta bulamazsınız. Biramı yanımda getiririm. Benim yüreğim, beynim Kocaelispor’un bu onursuzluğunu, sahipsizliğini kaldırmıyor. Maçın sonlarına doğru kalkarım yerimden, gelirim dev ekran televizyon ile en ön sıradaki koltukların arasına…
Ağlayarak bağırırım:
“-Eserinizi gördünüz mü? Siz koca adamlar, Kocaeli kentine bu onursuzluğu yakıştırıyorsanız, hepinize yazıklar olsun” diye bağırırım.
Sonra, önlerinde yere tükürür, çekip giderim.
Ama koyun. Bugün mutlaka Seka Park’a dev ekran kurun. Önce AKP ne kadar büyük onu izleyelim. Sonra Kocaelispor ne kadar küçük, bunu görelim.
Kimbilir belki utanan birileri çıkar.

İsmet ÇİĞİT

Yazının aslı.

25 Eylül 2009

Welcome to Manchester!


Maç geçeli çok olmuş olsa da kare çok güzel ve blogger bağlantısızlığından dolayı günlerdir draft olarak yatıyor.
İngiltere gibi tribünlerin saha içi ile can ciğer kuzu sarması olduğu bir ligde ezeli rekabetin figürlerinden biri haline gelmiş olmak özenilecek bir durum değil. En yeni örneğimiz Tevez. Arjantin'deki eş dost hısım akrabasının kulakları pek bir çınlamış olsa gerek.

18 Eylül 2009

Çocuklar İnanın, İnanın Çocuklar!


Yaşanan onca saçmalıktan sonra sezonu Adanaspor maçı ile açtık. Yeni yönetim iyi niyetli gibi görünse de feleğin çemberinden geçmiş durumda olan bizler için hala soru işaretleri ile dolu. Yoğurdu üfleyerek yememiz gerektiği için bizlere yaranmaları biraz zaman alacak ki ellerinde olan veya olmayan nedenlerle lisans ücretlerini yetiştirememiş olmaları ilk intibanın olumsuz olmasına neden oldu bile.
Serdar Topraktepe ve Cem Sinan Vergül dışında sahada görmeye alışkın olmadığımız isimlerden kurulu takımımızı izlemek içimizi burmadı değil. 91 kim? 33 kim? Harun..Harun kim? Şeklinde devam eden sohbetler, sahada 11 tane gencecik futbolcu var, üstlerinde de Kocaelispor forması var, dahasını neyleyim? diyerek son buldu.
Açıkçası savunmanın göbeğinde Cem Sinan ile birlikte görev yapan ve daha önce bir kaç maç tecrübesi de olan Emirhan, yine geçtiğimiz sezon bir kaç maçta görev yaptığı için bildiğimiz sağ açığımız Uğur Daşdemir, yine geçtiğimiz sezon sadece Hacettepe maçında görev yaptığını hatırladığım kalecimiz Metin Erol ve geçtiğimiz yıllardaki görüntüsünü mumla aratan Hamza dışında hiçbir gencimiz hakkında bilgi sahibi değilim. Saydığım isimler dışında herhangi bir ismin ön plana çıktığını da söyleyemeyeceğim. PAF Ligini 14.sırada bitiren bir takımın oyuncularına direk Bank Asya'da forma verilince sudan çıkmış balığa dönmeleri de gayet doğal ki rakiplerine uyum sağlamaları gibi bir beklentimiz de yok.
Buna rağmen bacaklarına kramp girinceye kadar mücadele etmeleri iyi niyetlerinin ve ellerine geçen bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştıklarının en önemli göstergesi. Hiç alışkın olmadığımız şekilde iç sahada bile beraberliğe oynayan bir takım haline gelmiş olmamız bizler için çok üzücü olsa da şimdilik ne kadar ekmek o kadar köfte edebiyatı ile yetinmek durumundayız.
4 maçta toplanan 3 puan bu kadro için başarı bile sayılabilir. Tam acemilik dönemlerine denk gelen ve sadece tek devresine katlanabildiğim Bucaspor maçını saymazsak Hacettepe ve Adanaspor'dan puan almak, hele ligin kalburüstü takımlarından Boluspor'dan Bolu'dan puan ile dönmek sevindirici sayılabilir. Alınan bu puanlar gençlerimizin kendilerine olan güvenlerini kazanmalarına da yardımcı oluyor.
Ocak ayı transfer döneminde lisans sorunu çözülecek. O zamana kadar iyi niyetle görev yapacak olan gençlerimiz -pek tabi aralarından bazıları kendilerini gösterebilirse kalıcı olabilirler- için hedef 15-17 puan civarı gibi görülüyor. Bu kadar kötü bir dönemde bununla yetinmemiz gerekecek. Ocak ayı sonrasında da sprinte başlamamız lazım. Bugüne kadar izlediğimiz kadarıyla bir kaç takım hariç çok zorlanacağımızı sanmıyorum ama bugüne kadar bana futbolun adaleti olduğunu söyleyen de olmadı, bekleyip göreceğiz.
Her zaman savunduğumuz bu takım başarılı bir dönem geçirse İsmetpaşa yeterli olmaz düsturu bu maçta da kendisini gösterdi. Mevcut şartlarda bile maratonun ve kale arkasının dörtte üçünün dolmuş olması ve desteğin sanki sahada Messiler, Ronaldolar varmış gibi olması bu şehrin futbolu, Kocaelispor'u ne kadar sevdiğinin, ne kadar sahip çıktığının ciddi bir göstergesi. Tabii bu sahip çıkışın elinde sosyal, politik veya maddi gücü olan kesimlerden gelmesi en büyük dileğimiz. Umarım yeni yönetim şehrin güvenini kazanır ve bu dileğimiz de gerçekleşir.
Fotoğraf halimizi en güzel şekilde özetliyor. Sahaya çıkanlar, tribünde olanlar bir olmuşuz tek bir hedefte yürüyoruz. Güzel günler görecek miyiz? Güneşli günler? Zaman zaman zaman...  

Ömer Buğdaycı


Açıkçası varlığından haberdar olduğumuz bir gencimiz değildi. 2007 yılında Diyarbakır'dan Kocaelispor'un seçmelerine katılmış ve beğenilmiş. 2 yıldır Süper Genç takımımızda forma giyiyormuş ve tesislerde kalıyormuş. Ne acı ki varlığını Diyarbakır'da bir kan davası sonucu öldürülmesi ile öğrenmiş olduk.
Rivayete göre Ömer'in ailesinin kan davalı oldukları aileye kan parası ödemeleri gerekiyormuş, bu para ödenmediği için de Ömer'in canına kıymışlar. 2009 yılında güzel ülkemde insan canının hala maddi bir değeri var. Neresi olursa olsun ucu bir yerlere geliyor işte ki gelmese ne yazar? Töre cinayetleri, mal gibi alınıp satılan kız çocukları vs vs.. Birileri açılımlarla uğraşırken kapanan gencecik hayatlar oluyor, ne yazık...


21 Ağustos 2009

Nerem Doğru ki?


Sadece ilgilenenlerin bildiği, ilgilenmeyenlerin de bir süre daha ilgisiz kalmalarının çok daha hayırlı olacağı kadar kötü günler geçiren Körfezimiz yeni sezona İzmir'de Bucaspor maçı ile başlayacak.
İki yıl önce Bank Asya'dan Süper Lig'e çıkışımızı müjdeleyen Altay maçının oynandığı o güzel (ve sıcak) İzmir günü hala hafızalarımızda tatlı bir anı olarak duruyor.
Hayatının 16 yıl+10 ayını Kocaeli'de 10 yılını İzmir'de, bu 10 yılın da 9 yılını Buca'da geçirmiş olan benim için çok ilginç bir maç olacak. Beynime çok küçük yaşlarımdan beri Kocaelispor nakışı işlenmiş olduğu için kalbim beraberlikten yana gibi bir ifade kullanma niyetinde değilim. Daha önce de belirttiğim gibi Buca'da yaşadığım 9 yıl içinde ne bir Bucaspor maçına gitmişliğim ne de tek bir Bucasporlu ile tanışıklığım var ama her daim şu takım daha yukarılara çıksa da Buca'da oynanacak daha kaliteli maçları takip etsem diye düşünüyordum. Meğer benim gitmemi bekliyorlarmış. Ben İzmir'de iken başlanan yeni stad inşaatı tamamlanmış ve "Yeni Buca Stadı" gibi özensiz bir isimle faaliyete geçmiş. Takımın bu yıl Bank Asya'ya çıkmış olması zaten başlı başına büyük bir adım ama yıllardan beri gayet bilinçli bir altyapı çalışması içinde olan ve belediye imkanlarını kullanmayı bilen Bucaspor yönetim(ler)i bununla da yetinecekmiş gibi görünmüyor. Yine daha önce belirttiğim üzere Bucaspor en dış kulvardan gelip adları İzmir ile özdeşleşmiş olan Karşıyaka, Altay, Göztepe gibi takımları gölgesinde bırakırsa hiç şaşırmam.
Umuyorum ki Bucaspor'un benim beklediğim bu çıkışı bizim maçımız ile başlamaz. Federasyona olan borcunu yatıramadığından yeni oyuncu transferi yapamayan ve genç takımdan 12 oyuncuyu profesyonel yapıp 18 kişilik kadrosunu ancak oluşturabilen Körfezimiz "formanın da bir ağırlığı var" söylemini doğrulayıp bizi mutlu edecek bir sonuç ile Güzel İzmir'den döner.
Dikkat ettiyseniz birkaç küçük bilgi hariç bize hiç değinmedim çünkü değindiğim yer elimde kalır. Serhan Gürkan ve çetesinin ellerinde oyuncak olan kulübümüz benim nefes aldığım (27-m) dönemdeki en kötü günlerini yaşıyor. Hala kulübe sahip çıkacak bir beyaz atlı prensin arandığı, talip olanların da "taraftar grubu(!)" tarafından beğenilmediği güzide kulübümüz geçen yıl başlayan freni boşalmış kamyon sendromunu artan bir ivme ile sürdürüyor.
Sıkça söyledim ama diyecek başka birşey de yok; Allah sonumuzu hayır etsin!

08 Temmuz 2009

Damadı Tanıyorum


Düğün mevsimi diye nitelendirilen yaz aylarından nefret ediyorum. Okul zamanları yazların bir anlamı vardı. Gerçekten kışlar soğuk ve yağışlı, yazlar sıcak ve kurak geçerdi ama bu kuraklık denize girerek, akşama kadar yatarak, hiçbirşey yapmamanın dayanılmaz hafifliği ile sürüp giderdi. Arada bir eşin dostun düğünü vesairesi olursa da "şimdi uzaklardayım mayom kum ile doldu" diyerek geçiştirilirdi.
Çalışmak zorunda olunan yaz ayları yaşanırken ise pek maalesef hiçbir yere kaçış şansı yok hatta hatırını kırmak istemeyeceğiniz insanlar birbirlerinden habersiz aynı gün evlenmeye karar vermişlerse bir güne iki nikah sıkıştırmak zorunda da kalabiliyorsunuz. Hele bir de mesafeler uzak ise bu durumu işkence olarak nitelendirmek mümkün.
Düğün dernekten sıfır yaşımdan beri nefret ederim. Artık can sıkıcı bir klişe haline gelmiş düğün saçmalıklarından bahsetmeyeceğim nitekim saçmalık olduklarında hepimiz hem fikiriz. Daha ilkokulda iken gidilen düğünlere iskambil kağıdı, kare bulmaca, rubik küpü, icat olduğundan itibaren tetris, bazı zamanlar walkman götüren bendenizin olaya bakışı yıllar geçtikçe iyice soğudu. Bugünlerde gittiğim düğünlerde beni eğlendiren tek şey ise gelin veya damadı gelin veya damat sıfatlarını kazanmadan önce yakından tanıyor olmam.
Malum küçükken gidilen düğünlerde evlenen kişi amca, dayı bile olsa damat kişisine bir miktar mesafeli durmak zorunda kalınıyor. Halbuki damat küçükken altına işediğini bildiğiniz, bol miktarda parmak attığınız, ilk cinsel deneyiminde yediği (veya yiyemediği:)) haltları sizinle paylaşan biri olunca ve onu o kalabalık önünde mahçup bir eda ile sırıtmaya çalışırken gördüğünüz zaman beyninizde oluşan ironi, nikahı bir miktar keyifli hale getirebiliyor.
Amma ve lakin aynı şeylerin sizin için de geçerli olacağını bildiğiniz bekar bir erkekseniz çok da fazla eğlenmeyin ya da damadı tebrik ederken kulağına eğilip "Natalie çok üzülmüş" demeyin, dediyseniz de gelin duymasın, duyduysa da kaçın. En azından damat adamının "görüşeceğiz" demesiyle gözünüzde canlanan kendi nikahınıza kıyamet günü gözüyle bakmamış olursunuz.
Fotoğraf Barış Manço'nun düğün plağı kapağı. Herşeyiyle farklıydı işte, sevince böyle sevmek, yapınca böylesini yapmak lazım.

Seçileni Sevmem Seçenden Dolayı

 
Yoğun iş temposu insanın beline kalın ve ıslak odunlarla vururken bir yandan da zaman bulup takip edilen gelişmeleri layığıyla paylaşmak kolay bir iş değil. Hal böyle olunca blogcağızımız kendi halinde takılmak zorunda kalıyor ama elden geldiğince güncel tutmaya çalışmak da boynumuzun borcu aynı zamanda.
Geçtiğimiz sezonu -parladığımız kısa bir bölüm hariç- hayal kırıklığıyla kapatan Körfezimiz tadını tuzunu iyice kaybetmiş durumda. Bırakın dünyayı, işlerin hala Arap kültürüyle yürütüldüğü ülkemiz spor kulüplerinde bile görmemizin pek mümkün olmadığı bir olay gerçekleşti ve geçtiğimiz sezon takımın küme düşmesinin baş sorumlusu olan Büyük(!) Başkan Serhan Gürkan tekrar başkan seçildi.
Başta Japonya olmak üzere utanma yeteneğine sahip insanların yaşadığı diğer ülkelerde görmeye alışkın olduğumuz başarısız olan kişinin istifa etmesi olayını ülkemizde görmek maalesef mümkün değil. Hadi istifa etmiyorsun be adam olağanüstü genel kurul yapıp başkanlığa yeniden aday olmak da neyin nesi? Zaten başkansın ne kasıyorsun ki kendini? Burada akla gelen ilk neden başkanın güvenoylarını tazelemek istemesi olabilir...di şayet güzide başkanımız kendi köyü olan Çubuklu Köyü sakinlerini (çarşaflı teyzeler dahil olmak üzere) kulüp üyesi yapıp onların oyları ile başkan seçilmeseydi.
Sadece Türkiye'de ve -çok utanarak söylüyorum- korkarım sadece Kocaelispor'da görülebilecek traji-komik bir durum ile karşı karşıyayız. Futbol kulüplerinin dernek statüsü ile yönetilmesinin ortaya çıkardığı sorunlar bir çok yerde tartışıldı durdu ama öyle sanıyorum bu statünün getirdiği saçmalığın bu kadar net ortaya çıktığı bir başka örnek yaşanmamıştır. Ne şekilde ne ilişkisi içinde olduklarını bilmediğimiz, hiçbir şekilde anlam veremediğimiz taraftar derneği hariç hiç kimsenin desteklemediği, desteklemek bir yana adını duymaya bile tahammül edemediğimiz Serhan Gürkan, bir zamanlar Cecchi Gori'nin Fiorentina'da yaşadığı gibi bütün şehri karşısına alıp başkancılık oynamaya devam ediyor. Üstelik takımı bir üst lige çıkarması muhtemel bütün adamları hiçbir bonservis bedeli olmadan bırakarak, adı sanı duyulmamış adamları toplayarak, büyük bir yüzsüzlükle.
Şu durumda verdiğimiz "Serhan Gürkan başkanken hiçbir maça gitmiyorum" tepkisi elle tutulur bir haklılık içeriyor ki 2x2=4 ise bu takım bu sene play-off bile göremez.
Açıkçası ben de kararsızım. Zaten binbir zahmetle gitmek durumunda olduğumuz maçlarda gelenden üç gidenden beş yememizi izlemek pek keyifli değil ki geçen sene bir miktar tecrübe ettik. Bu gerçekten yola çıkarak taraftarlığımızda bir süreliğine pause tuşuna basmak sinir katsayımızı sabit tutmak açısından çok faydalı gibi görünüyor ama başarılı olmasını bu kadar istediğimiz kulübümüzü iyice "onların" eline bırakacak olmayı da gururuma yediremiyorum.
Sözün özü üzgünüm, sinirliyim ama elimden gelen birşey de yok. Ne yapılan transferlerle ilgileniyorum ne de gelecek planlarıyla. Sadece Serhan Gürkan ve çetesinin bir an önce kulüpten defolup gitmesini diliyorum ve bu oluncaya kadar da bütün düşüncem, isteğim bu yönde olacak.
Fotoğraf da kulüp kültürümüzün ne seviyelere indiğini kanıtlıyor. İran'dan bir farkımız kalmamış demek ki.

29 Haziran 2009

Michael Giderken...

Beatles'ı, Elvis Presley'i, hızlı zamanlarında Cat Stevens'ı izleme şerefine nail olmayan bizler için (eğer öyle bir kuşak varsa 82 kuşağı diyelim, yoksa da olsun) gelmiş geçmiş en büyük müzik efsanelerinden biriydi. Tavır ve tarz olarak benzeşmeseler de feminem tavırları ve ulaşılmaz imajından dolayı hep Zeki Müren'i hatırlatırdı bana. Fotoğraflarını yanyana koysak komik bir görüntü olacağının farkındayım tabii.
Yabancı müzikle hatta müzikle ilgisi alakası olmayanların bile hayatında yer etmiş bir isim olarak terk-i diyar eden MJ abimize blogun emekleme dönemlerinde küçük çaplı bir saygı duruşunda bulunmuştuk. Eski günlerini mumla arar olduğundan bir daha halini hatırını sormaz olduk. Mutlak hatırlatıcı bir kez daha hatırlattı kendisini.
Çok net hatırlıyorum desem yalan olur ama zaten hatırladıklarımın çoğu hissettirdiği duygulardan gelir. 80'lerin sonları, 90'ların başları. Biz son sokak çocukları özel televizyonların artması ve Commodore 64'ün icadı ile yavaş yavaş evlere çekilir olduğumuzda -yanlış hatırlamıyorsam- TRT 2'de halen daha yayınlanmaya devam eden Pop Saati programı yabancı kliplere ulaşılabilen yegane programdı. Sezen Cumhur Önal dönemi de yetişemediğimiz bir başka dönemdir dolayısıyla ben Pop Saati'ni ve Erhan Konuk'u bilirim. Bu programda görüp beynimizde bugünlere kadar gelen en önemli isim de açık ara MJ'dir. Bir de arkadaşım Mehmet'in ablalarının Robin Hood deliliğinden mütevellit Bryan Adams'ı hatırlarım.
Müzikler, klipler, programlar, Pepsi reklamları, estetik operasyonlar, vitiligo hastalığı...Beni kim nereden hatırlamak isterse oradan hatırlasın diyen adam, mekanın cennet olsun.

21 Nisan 2009

Arabesk Günler


Aradan kocaa 5 yıl geçmiş. Herşeye sahip bir şehir Süper(!) Lig'i unutmuş. Körfezliler adı sanı kırk yılda bir duyulur takımları rakip bellemişler, sidik yarışına girmişler. Bir yanı şehrinin takımından kopamayan ama üçün birini tutmadan da futbol muhabbeti olmuyor ki kardeşim diyenler hafta sonlarını İstanbul'da geçirir olmuş. Ne olmuş nasıl olmuşsa Körfez sıkılmış, uğraşmış, çabalamış, kozmik güçler, alfa beta hede hödö ışınları, Venüs, Uranüs, Pluton bileşkeleri bütün güçlerini İzmit Körfezi üzerine yoğunlaştırmışlar. O kadar yoğunlaştırmışlar ki Sakarya İstanbul'u yenememiş, zaten İstanbul da düşmeden Körfez'in ekmeğine bol bol yağ sürmüş. Öyle ya da böyle Körfez Süper Lig'e çıkmış.
Başkan Serhan Gürkan, Polat Alemdar havalarına daha o zamandan başlamış ama ilk etapta o kadar da dikkat çekmemiş. Başkanım koltuğa otursanıza birşeyden mi korkuyorsunuz? demişler. "O koltuğa oturmam için hak etmem gerek, Süper Lig'e çıkmadan o koltuğa oturmam" buyurmuş büyük başkan. Dışarıdan bakınca sanki "Şampiyonlar Ligi'ni kazanmadan o koltuğa oturmam" der gibi görünüyor değil mi? Yok değil, bildiğiniz Süper(!) Lig ya da sandığınız diyelim.
Bu arada B.Belediye Başkanı da Erol Taş kıvamında ortak olmuş sevince. Para isteyince yok diyen ama oğlu doktor olduğunda mezuniyet törenine gidip "İşte benim oğlum! Ne zahmetlerle büyüttüm garibi! Zekasının kaynağı da benim tohumumdandır. Gel yiğidim basam seni koynuma!" diyen film karakteri misali çıkmış otobüsün tepesine atmış da atmış, tutmuş da tutmuş. Sallayan olmamış, fark etmiş, yine para vermemiş. Vermemiş de ne olmuş. Hiç-bir-şey. Yine başkan seçilmiş.
İlginç mi?
"3.kuşak İzmitli" diye bir tanımın neredeyse olmadığı, bütün tarihi boyunca yolgeçen görevi görmüş, arada kalmış ve her yıl bilmem kaç bin kişi göç alana bir şehir için pek tabii ki değil. Karakterini tanımlamaya pişmaniye ile başlanıp simit ile bitirilen bir şehir...ve bu şehirde yaşayan insanlar ne kadar aidiyet duygusu taşıyabilirler ki??  
Başkan takım çıkar çıkmaz koltuğa oturmuş ama ne oturuş! Bir yılın acısını çıkarmış köftehor. Oturduğu yerden sallamaya başlamış. "Bana Davids'i getirin" demiş. Hangi Davids? demişler. Alemdarlardan Polat efendi "Edgar" demiş karizmatik bir ses tonuyla. Millet tırsmış tabi. Başkan buyurmuş, erkeksen getirme! Günler günleri kovalamış. Başkan'a ha bugün gelecek ha yarın gelecek deyip durmuşlar, inanmış garip. Gazetecinin birini aramış "Cuma sabahı 7'de burada" demiş. Akl-ı evvel bir blogcu da gitmiş uçaklara bakmış. Meğer öyle bir uçak bile yokmuş. Böylece Serhan Alemdar Süper(!) Lig'deki ilk mağlubiyetini daha lig başlamadan almış.
Adını duyduğu her adamı almış. Kalede güven isterim Kılıç saçmalıyor bazen demiş. Aziz Yıldırım'ın "Oha lan bu kadar para ben almıyorum!" dediği adama "Gel yanı başıma" demiş. Serdar yıllığı 1 Milyon YTL karşılığında Körfezli olmuş. Karşılığını pek tabii verememiş zaten bunun bir karşılığı olamaz. Kale yine Kılıç'a kalmış, Serdar'ın adı da uğursuza çıkmış. Serhat Akın'lar mı desem, Bülent Bölükbaşı'lar mı desem, Jestroviç'ler mi desem, saymakla bitiremeyeceğim bir dolu lüzumsuz adam "toplama" demenin çok büyük bir iltifat kabul edileceği tuhaf bir birliktelik içine girmişler.
Uğraşmışlar(!), didinmişler(!), çalışmışlar(!) bir türlü olmamış. Futbolun skor oyunu olduğunu ayamamışlar bir türlü. Durum çok ilginç bir hal aldığı için bilimsel araştırmalar yapılmış meğer futbolcuların(!) dış auralarında uyumsuzluk varmış. Bir araya gelince mallaşmaya başlıyorlarmış. Bunu fark eden hocalar (ki onlar için ayrı bir yazı bile yazılır, uzatmayayım, Engin ve Yılmaz'a selam, yazıya devam) madem öyle uzaklaşıp oynasınlar demişler. Bu sefer de uzun top atma ya da alan kapatma konusunda gram yeteneği olmayan bu adamlar topları stad çevresindeki dağlara, taşlara, camilere yollamaya başlamışlar.
Sözün özü bu adamlardan adam olmayacağı açıkça ortaya çıkmış, zaten Alemdar başkan "Top mu oynuyonuz pezevenkler!" deyip birine para vermemiş, onlar da çareyi kaçmak da bulmuşlar. Özellikle Sırpların kaçışı komik olmuş.
İkinci yarıya yeni bir hoca yeni bir takımla başlanmış. Kimyasal olarak biraz daha elle tutulur bir hal alınmış. Başkan her kimden nasıl akıl aldıysa mucizevi bir dönüş yapmış, akıllı hareket etmeye başlamış ama uzun sürmemiş. "6 Milyon TL riskim var" demiş bu sefer. Etrafta başkan çok CM oynuyor söylentileri dolaşmaya başlamış. Gerçek hala bilinmiyor ama en mantıklı yorum bu gibi görünüyor. Evet başkan çok CM oynuyor!
Takımdaki düzelme skorlara yansımaya başlamış. Mehter takımı misali iki ileri bir geri ama umut veren bir futbol oynayarak devam etmiş Körfez yoluna. Galatasaray'a 5 atıp tek deplasman galibiyetini almış. Takım iyi olduğu için taraftar umutlanmış. Gidişat iyiymiş ta ki lige Milli Takım'ın İspanya maçları için ara verilinceye kadar. O arada her ne olduysa bu sağlam takım da tanımlanamayan bir "şey" lerini kaybetmiş ve taraftar zaten azalmış umutlarını daha doğrusu mucize beklentilerini biraz daha derinlere gömmüş.
Hala ulaşmaya çalışanlar, fener tutanlar, sesimi duyan var mı??? diye bağıranlar varmış ama gerçekçi olanlar odun toplayalım gece soğuk olur, ateş yakmak gerekebilir demeye başlamışlar bile.
Denizli maçı?
Keşke Zinko penaltıyı atsaydı. Beraberlik de pek işe yaramayacak olsa da en azından maça gidenler bir puanla döndük derlerdi.
 

15 Nisan 2009

4-4

Maç analizi bolca olur. Gerçekten izlemeye değer bir maçtı. Liverpool turu geçerse efsane bir maç olur düşüncem beynimde kayboldu gitti.
ŞL'de olunca Chelsea Liverpool'a ters geliyor şehir efsanemizi yaymaya başlayabiliriz.
Geçen yılki eşleşmenin uzatmalara giden ikinci maçı aşağıdaki dramatik fotoğraf ile aklımıza kazınmıştı. Maçtan hemen önce annesini kaybeden Lampard'ın attığı penaltı golünün ardından gökyüzünü gösterip onun anısına taktıkları siyah bandı öpmesi içimizi cız ettirmişti.
Aynı Lampard hemen hemen aynı zamanlarda bu kez zaman herşeyin ilacıdır mesajı verdi ve Roma'da olası Manu-Chelsea finali için dua etmeye başladı.
Cech geceyi kariyerine yeni bir leke daha ekleyerek bitirdikten sonra Barcelona karşısında edebildikleri tüm dualara daha bir ihtiyaçları olacak.
Tüm goller burada.

Geçen sene



Bu sene

12 Nisan 2009

Medyum Olmaya Gerek Yok!

Beşiktaş maçı yazısında bilinçli olarak penaltı pozisyonuna değinmedim çünkü bunlardan bahsetmenin ne kadar gereksiz olduğunu bu sezon bir kez daha anlamış oldum ve aldığım karar gereği ne hikmetse hiç kimsenin değiştirmeye gücünün yetmediği olayları yok saymanın en doğru karar olduğunu düşünüyordum.
Sadıgov'un vücuduna yapışık koluna çarpan topa Bülent Yıldırım'ın penaltı çalması bu sebeplerden dolayı ilginç de değil. Çok normal, çok beklendik bir karar, zaten dakika 75 olmuş.
Neyse derdim sadece Ege Görgün'ün hatırlatması ile 19 Ekim 2008 tarihinde ilk yarıdaki Fenerbahçe maçı sonrası yazdıklarımı tekrar hatırlatmak. Hep aynı hikaye, hep aynı isimler, hep aynı olaylar. Fenerbahçe-Arsenal maçı 3 farkla bitmişti, Milli Takım ile ilgili bölüm de an itibariyle cuk oturmuş durumda. Çok akıllı birisi olduğumu söyleyemem, medyumvari güçlerim de yok. Bu yazılanları isteyen kabul eder, isteyen etmez, etmeyenlere tek tavsiyem gözlüklerini çıkarıp bakmaları, başka da sözüm yok.

14 Takımlı Komedya; Eyyam, Gasp, Haksızlık, Hırsızlık, Hepsi Bir Arada!


Maçtan önce bütün hafta konuşulanlar aynıydı dolayısıyla beklenmedik bir son desem yalan olur. Evet bekliyorduk. Yılmaz Vural’ın deyimiyle “takdir hakları denilen lanet şey”in hep Fenerbahçe’den yana olmasını bekliyorduk ve beklediğimiz fazlasıyla oldu. Aslında bu da işin kılıfı, sonuçta hakem kişisi Bülent Yıldırım, Selçuk Dereli gibi “Genç hakemlere eyyam yapma kılavuzu” şeklinde bu işin kitabını yazabilecek yeteneğe sahip isimlerden biri olunca maçı katlettiklerine dair elde avuçta çok fazla matematiksel veri olmayabiliyor. Bu maça özel olarak elimizde veri de var aslında. Fener’in golünün 90+ kaçıncı dakikada geldiği belli değil, 90+5 olmadığı kesin ama bizi asıl isyan ettiren olay bu değil zaten, cehennemin dibine dakikası, bir takım adam gibi oynadıktan (oynatıldıktan, hakem tarafından oynamasına izin verildikten) sonra istersen 150 dakika oynat. Maçtan sonra birilerini arayıp “Abi 170 dakika oynattım, sizinkiler beceriksiz, valla ben de gol atardım ama çok dikkat çeker” diyebilirsin ama bari bir bırak bir müsaade et, bu takıma gönül vermiş binlerce insanın ahını alma, o stada girmek için çalışıp emeğiyle parasını kazanmış, o parayı gönül verdiği kulübünü izlemek için harcamış insanların emeklerini çalıp götürme, mikron seviyesinde Allah inancı olan herhangi bir insan bunu yapamaz zaten. Tamam hiçbir manevi değerin olmasın, küfür yemeye de alışkınsındır, bazen haklı bazen haksız olur, kendini kandırıp nasıl olsa bu da haksız dersin, bir kulağından girer diğerinden çıkar, hiçbir şey yapma, hiç kimseyi takma ama Allah aşkına gram Allah’tan kork! Orada çaldığın emek maçtan sonra formasını almak için Semih’e koşan Serdar Kulbilge’nin emeği değil ki. Futbolcular bugün var, yarın yok ama oraya yıllardır gelen taraftarlar var, bir maça girebilmek için para biriktirmek zorunda kalan insanlar var, bilet parası dışında para harcayacak durumu olmadığı için 90 dakika aç kalan insanlar var, hiçkimseye acımıyorsun bari onlara acı.

Sistemdeki bozukluk herşeyin başı aslında. Çingeneye makam vermişler ilk iş babasını asmış. Yine Yılmaz hocam ne güzel söylemiş, Tanrı mısın? Kimsin sen yahu? Benim tribünden çok net gördüğüm 3 topu elle almayı görmedin, numaralı önündeki yan hakemle ikiniz yoktan faul yapma yarışması yaptınız, ilk yarıda Serhat gole giderken ofsayt diye kestin – alakası yok-, maçı ellerinle bir taraftan bir tarafa vermek için elinden geleni yaptın, muvaffak oldun. Ne oldu? Ne olmuş olabilir? Hakem diye gönderilen ve saha içinde herşeyi yapma hakkı verilen bir adam maça bir tarafı kollamak üzere çıkmış ve sonuçta amacına ulaşmış. Peki bu durumda ne oluyor? Eğer bu hakemin ya da onu yöneten kimselerin bu olaydan şahsi çıkarları yoksa bunun nasıl bir açıklaması olabilir?
Açık seçik söyleyeyim Türkiye Cumhuriyeti’nin futbol organizasyonu anlamını yitirmiştir. 4 takımın maddi-manevi kollandığı bir ligde diğerlerinin ne işi var? Ne yapıyoruz? Neyin savaşını veriyoruz? Benim sesim neden kısıldı ki? Ne parası verdim ben maça girmek için? Sahadaki mücadelenin amacı ne? Niye koşturup duruyor koca adamlar? Sevilla’lı Puerta gibi bir gün birisi düşse kalp krizi geçirse ölse ne için ölmüş olacak? Onların da tek amacı bilmem kaç bin ytl alıp şovun bir parçası olmak mı? Bir başka anlayamadığım Anadolu kulüplerinin yöneticileri. Bir kulübün başkanı olmak herşeyinden sorumlu olmak demektir. Bu kadar insanın temsilciliğini sen yapıyorsun. Senin de bir misyonunun bir vizyonunun olması gerek. Nasıl içine siner bu hakkaniyetsizlik? Nasıl kabullenirsin? Maçtan sonra verdiğin tepkiyi maçtan önce neden veremezsin? Bu kadar kulüp yöneticisi nasıl bir araya gelip ortak bir karar alamazlar? Kör müsünüz, görmüyor musunuz? Yoksa bu tip olaylarda sadece başına gelen mi hassas oluyor? Madem maçtan önce maçın kime verileceği kararı alınıyor bu 14 takım ne iş yapar? 4 takımın kendini eğlediği bir ligden fazlası sunulmuyor bize. Biz de koyun sürüsü gibi izlemeye devam ediyoruz. Aslında 4 de değil 3,5. Medya 3,5 takımı pohpohluyor, medya gazına gelen verileni almaya alışmış sorgulama yeteneğinden nasibini almamış, aidiyet duygusu taşımayan ayrı bir koyun sürüsü 3,5 takım destekçisiyiz diye Türkiye’nin dört bir yanında hiçbir emekleri, ortak noktaları, bağlantıları olmadığı halde birbirine caka satıyor, devran böyle dönüp gidiyor.
Milli Takım’a oyuncu yetişmiyor, Estonya’yı bile yenemiyor. Balına bir 3.lük bir yarı final. Avrupa’da söz sahibi olmak zaten mümkün değil. Beşiktaş gider 8 yer, Galatasaray gider 5 yer, dönerler yine annelerinin liginde birbirlerini yerler. Filler tepişirken de ezilen hep çimenler olur. Aynı senaryoyu Fener’in Arsenal maçında da izleyeceğiz. Arsenal’in üç farktan az atması çok büyük sürpriz olur. Sonra ne olur? Ne olacak ki dönerler Ankara BB’yi yenerler falan filan…
Yılmaz hocamın ağzını öpeyim. Spor yazarlarını zaten geçtim, antrenörlerin bile çoğu bunları söylemeye çekinir hale gelmiş çünkü düzen kabullenilmiş, sorgulama yok, adalet isteyen yok, istemeden de almak yok..
"Bu bize yapılmış bir terbiyesizliktir. Deniliyor ki, 5 dakika en az süredir. Ama uzatma için verilen bir süreyi 1 saniye geçiyorsa bitireceksin. Semih 2 kere faul yapıyor, atmıyorsun. Uğur faul yapıyor, atmıyorsun. Takdir hakkı denilen lanet şeyi hep rakipten yana kullanıyorsun.
Sonra geliyorsun beni saha dışına çıkarıyorsun. Zaten 90+5 olmuş daha ne yapıyorsun yani? Tanrı mısın sen be! Oyuncuma taktik veremeyecek miyim?
Oyuna mı konsantre oluyorsun bana mı anlamadım, sürekli bir uyarı halindeler. Biz kendimizle uğraşıyoruz, siz neden bizle uğraşıyorsunuz? Bu ülkede bir tane hakem yok. Tebrik ediyorum kendilerini, utansınlar! 10 sene oldu bir tanesi gidip Avrupa’da düzgün bir maç yönetemedi. İnsanlarda yürek yoksa böyle oluyor işte. Ben antrenörlük yapsam ne olur yapmasam ne olur. Yıllardır aynı şeyi konuşuyoruz, bu kadar basiretsizlik olmaz. Ne oldu kazandılar da, bir tarafı sevindiriyorsun, diğer taraf ne olursa olsun. Ne ala memleket!
Napıyorsun yani dünyayı mı kurtarıyorsun?"
Spormuş, centilmenlikmiş, dostlukmuş, kardeşlikmiş..
Hadi lan ordan!!

11 Nisan 2009

Oysa Herşey Ne Güzel Başlamıştı Vol:2


İlk yarıdaki Beşiktaş maçının ardından oysa herşey ne güzel başlamıştı demiştik. Beşiktaş ile oynadığımız ve oynayacağımız bütün maçlara aynı başlığı kullansak yeri olacak sanırım. Geçen hafta 6 puanlık maçı kaybetmenin moral bozukluğu takımın üstünde yok gibiydi sanki ama Erhan Altın o acı tecrübeyi birilerine ödetmek derdindeydi.
Geçen hafta hatalı bir gol yiyen Kılıç'ı keserek başladı maça. Benim için kalede Kılıç veya Serdar'ın oynaması arasında ciddi bir fark yok. Zaten bu maçta kalecilik herhangi bir durum da olmadı. Sağ bekte Ross yerine Adem tercihini anlamak çok kolay değil. Adem mücadeleci bir oyuncu ama savunma yapmak gibi bir yeteneği maalesef yok. Ross'dan daha iyi olabileceğini düşündüren nedir anlam veremedim. Son haftaların uyuyan güzeli Ergün Teber yerine de etkisiz eleman Cesar vardı. Fenerbahçe maçında attığı golün dışında bütün sezonu Casper modunda geçiren bir başka oyuncumuzdur kendileri. Orta sahada Hasan Uğur'a da görev verilince o uyumlu takım çorbaya dönmüş oldu. İdeal 11'den 4 farklı oyuncu ile sahadaydık, Barcelona olmuşuz da bizim haberimiz yokmuş meğer.
Henüz 2.dakikada Taner'in kendisine yakışır topuk pasıyla her daim bal yapmayan arı olarak nitelendirdiğimiz Akeem kendisinden beklenmeyecek bir gol attı. O golü attıktan sonra tekrar kendi kimliğine dönüp sağa sola koşuşturup durdu maç boyunca. 5.dakikada Taner'in sakatlanması kötü zamanların habercisi gibiydi sanki. Belki gol yeseydik bu kadar üzülmezdim. Hep aklımdaydı. İyi güzel gidiyoruz da şu Taner'in başına bir hal gelirse halimiz nice olur diye düşünüyordum. Korktuğum başıma en zor maçlarımızdan birinde hem de maç içinde geldi. Maçtan önce olmuş olsa belki oyun sistemi duruma göre değiştirilebilir. Kısıtlı kadroda ne kadar faydalı olur tartışılır ama şu durumdan iyi olacağına eminim. Oyuna maçın sonlarında girdiğinde etkili olabilen Serdar Topraktepe bu yaştan sonra 90 dakika futbol oynayacak halim yok ya der gibiydi. Koşmasını, hücumda pres yapmasını zaten beklemiyordum da hiç değilse maçı kırabilecek pozisyonda topu altıpastan uzaya vurmasaydı. Başka da ciddi bir etkinliği olmadı zaten. En kötüsü de 4-5-1 gibi oynadığımız bölümlerde Akeem'in kanada gelip Serdar'ın hücumda tek kalmış olmasıydı. Önüne top salınsa koşacak hali olmadığı için sistemimiz otomatikman 4-5-0 olmuş oldu.
Savunmanın iki kanadında birden hem ilk onbire hem de bulundukları mevkilere yabancı iki oyuncu oynayınca savunma uyumsuzluğu kaçınılmaz oldu. O bölgede ayakta kalan tek oyuncumuz Sadıgov'du diyebilirim. Özellikle ilk yarıda hem sağdan hem soldan gelen ataklara en kritik müdahaleler ondan geldi. Yek başıma yetişemirem dediği 75.dakika ve sonrasında da film koptu zaten.
Mevcut kadro ve moral ile verebileceğimiz en iyi mücadelelerden birini verdik. Oyun kalitesinden bahsetmenin gereksiz olduğu bir dönemdeyiz, öyle bir beklentimiz de yok. Sezon başından beri kangren halini alan elde edilen skoru tutamama hastalığımız uzvun kesilmesi ile sonuçlanacak.
Şu duruma rağmen konduramıyorum ama kendimizi yavaş yavaş acı sona hazırlasak iyi olacak sanırım.
Askıya alınan dertler birer birer masaya koyulacak artık. İbrahim Karaosmanoğlu'nun tekrar başkan seçilmesi, Serhan Gürkan'ın tüm kredisini yitirmesi, borçlar, hacizler, gidecekler...
Güzel bir filmdi keşke cesur kahraman ölmeseydi...

03 Nisan 2009

Durmak Var ama Yola Devam


Bir zamandır yazmıyor ya da yazamıyor olmamla ilgisi yok aslında ama bu süreci "hayat enerjisinin bilinmeyen bir güç tarafından sömürülmesi" olarak nitelendirebilirim. Tam olarak ne ile ilişkilendirilebilir ondan da emin değilim. Bayılmadığım bir işi yapıyor olmam ya da beni seven bir dişiden ayrılıp beni pek de sevmeyen bir başka dişinin peşine düşmüş olmam bu durumda etkili olabilir. Sigarayı bırakmış olmam da etkili olabilir malum ilk zamanlar sigarasız hayat çok bayat tadında devam eden düşünceyi aşmak da zaman istiyor. "İlham" adı verilen ama reklamlardaki "be inspired" söylemlerinden gayrı ne olduğu hakkında bilgi sahibi olmadığımız o "şey" uğramıyor nicedir yanıma.
Bu kısmi depresif haller neyin anlamı var ki yazmanın olsun sonucuna vardığında gelinen nokta, manevi olarak paha biçemeyeceğim sanal varlığım blogumun da yetim kalması ile sonuçlanıyor. Sıfırdan başlayıp ulaşılan bir dolu ziyaretçi, sanalda başlayan ama sevgi, saygı duyulan bir dolu gerçek dost, yürütülen fikirler vs vs...
Bu bir bu blog burada biter yazısı değil bu arada :) Hayatımda hiçbirşeye kolay başlamadım kolay da bırakmam sadece kimin ne kadar ilgilendiğini bilemesem de bu boşluğun nedenini açıklama gereği hissettim.  Her ne kadar benim desem de aslında blog sadece benim değil çünkü şu da bir gerçek ki bu blogu takip eden, destek veren, kendimi onlara karşı sorumlu hissettiğim insanlar var.
Velhasıl kelam dostlar böyle olmasını istesek de istemesek de bloglarımız bir köşemizden tutup bize ayna vazifesi görüyor ki ben nicedir böyle olmaması için bilinçli bir çaba içindeydim. Sonuçta herkesin sıkıntıları var ve bana kalırsa bunları paylaşmak çoğu zaman abesle iştigaldir.
Bunca yazıp futbola bağlamama şansım yok tabii. "X futbol için değer mi?" sorusu sorulduğunda yerine milyonlarca etiket koyulabilecek değişken her durumda saygıyı hak ediyor. Sosyal hayat, çevre, sevilenler, sevilmeyenler..an geliyor bir galibiyet siliyor kafamızdaki bütün saçmalıkları, en azından benim için öyle..
Hasta mıyım?
Belki de.
O zaman pazar günü kalpler bu kez Ankarada atacak, bir galibiyet herşeyi silsin diye!
 

Related Posts with Thumbnails